Bay Dühring'in okurlarına tam elli sayfa boyunca bilinç öğelerinin köktenci bilimi adına şölen verdiği yavanlık ve falcı kadın kahinlikleri yığınından, kısacası bönce boş sözlerden ömekler vermekten sakınıyoruz. Yalnızca şunu alacağız:
"Salt dil yardımı ile düşünmeye yetenekli olan bir kişi, soyut düşüncenin, katışıksız düşüncenin ne anlama geldiğini hiçbir zaman anlamamıştır.
Buna göre hayvanlar, en soyut ve en katışıksız düşünürlerdir; çünkü onların düşüncesi, dilin yerli yersiz araya girmesiyle hiç bulanmaz. Dühringasa düşüncelere ve bu düşünceleri dışavuran dile bakınca, bu düşüncelerin herhangi bir dil için, Almancanın da bu düşünceler için ne denli az elverişli olduklarının görüldüğü kesin.
Ensonu, o bozuk çorba bir yana, işte hiç olmazsa bize şurada burada ahlak ve hukuk konusunda elle tutulan bir şeyler veren dördüncü bölüm tarafından kurtarılıyoruz. Bu kez, daha işin başında öteki göksel cisimler üzerine bir yolculuğa çağırılıyoruz: Ahlak öğeleri, etkin bir anlığın içdüsel biçimli dirimsel hareketleri bilinçli bir düzene koymakla uğraşma zorunda olduğu bütün insandışı varlıklarda ... uyarlı bir biçimde ... bulunmalıdırlar. Gerçi bu türlü akıl yürütmeler için duyduğumuz ilgi çok küçük kalacak. ... Ama başka göksel cisimler üzerinde, bireysel ve ortaklaşa yaşamın, zorunlu olarak ne ortadan kaldırılabilir ne de usa göre davranan bir varlığın temel yapılışını çarpıtabilir ... bir şemadan hareket ettiğini düşünmek, gene de çevrenimizi kurtarıcı bir biçimde genişleten bir fikir olarak kalır.” "
Eğer ayrıklama olarak, bay Dühring'in doğruluklarının (hakikatlerinin), hatta bütün öteki olanaklı dünyalar için bile geçerliliği burada bölümün sonuna değil de başına konmuş bulunuyorsa, bunun sağlam nedenleri var. Bay Dühring'in ahlak ve adalet üzerindeki fikirlerinin önce bütün dünyalar için geçerliliği saptandıktan sonra, bunu kurtarıcı bir biçimde, bütün zamanlara yaymak kolay olacaktır. Barada da, son çözümlemede kesin doğruluklardan daha aşağı hiçbir şey sözkonusu değil. Ahlak dünyası "tıpkı evrensel bilgi dünyası gibi ... kendi sürekli ilkeleri ile kendi yalın öğelerine sahiptir, [ahlak ilkeleri] tarihin üstündedir ve aynı biçimde ulusal niteliklerin güncel ayrımlarının da üstündedir. ... en tam ahlak duygusunun ve deyim yerindeyse vicdanın, evrimi sırasında oluştukları özel doğruluklar, son temellerine kadar bilinmiş oldukları ölçüde, matematik kavrayış ve uygulamaların değer ve önemine benzer bir değer ve bir önem savında bulunabilirler. Gerçek doğruluklar hiç değişmezler ... öyleki bilginin doğruluğu zamana ve gerçeğin değişmelerine bağlı olarak düşünmek, her zaman bir çılgınlıktır."
Bu nedenle, kesin bir bilgi inanı ve ortak bilginin değeri, sağduyu durumunda, bilgi ilkelerinin mutlak geçerliliğinden umutsuzluğa düşmemize izin vermez.
Henüz sürekli kuşku, hastalıklı bir güçsüzlük durumudur ve bazen kendi hiçliğinin bilincini sistematize ederek kendine biraz kararlılık görünüşü vermeye çalışan içinden çıkılmaz bir karışıklığın dışavurumundan başka bir şey değildir. Ahlak sorunlarında evrensel ilkelerin yadsınması, töre ve ilkelerin coğrafi ve tarihsel çeşitliliklerine sımsıkı sarılır ve ona ahlak bozukluğu ve ahlak kötülüğünün önüne geçilmez zorunluluğu azıcık tanınmaya görsün, uyarlı ahlaksal içgüdülerin ciddi geçerliliği ve gerçek etkinliğini kabul etmekten gerçekten bağışık olduğuna hemen inanır. Şu ya da bu yanlış öğretiye karşı değil ama insanın bilinçli ahlaksızlığa yükselme yetisinin ta kendisine karşı yönelen bu ahlak bozucu kuşkuculuk, sonunda gerçek bir hiçliğe, hatta yalın nihilizmden daha da kötü bir şeye varır. ... Bozulmuş ahlak fikirlerinin anlaşılmaz karışıklığı içinde kolayca egemen olabilmek ve ilkesiz kaprise bütün kapıları açabilmek umuduna kapılır. Ama adamakıllı yanılır; çünkü yalnızca bu andırışmanın, doğal yanılabilirliğin doğruluğa erişme olanağını dıştalamadığını kabul ettirmesi için, anlığın yanlışlık ve doğruluk içindeki kaçınılmaz yazgısını göstermek yeter.
Eğer şimdiye değin bay Dühring'in son çözümlemede kesin doğruluklar, düşüncenin egemenliği, mutlak bilgi inanı vb. üzerindeki bütün bu tumturaklı hikmetlerini dinginlikle dinlediysek, bunun nedeni işi bir sonuca bağlamak için, onu şimdi gelmiş bulunduğumuz noktaya getirmenin gerekmesiydi. Şimdiye değin, gerçek felsefesinin çeşitli tezlerinin ne ölçüde "egemen bir geçerliliğe" ve "mutlak doğruluk hakkına" sahip bulunduklarını incelemek yetiyordu; buradaysa insan bilgisi ürünlerinin ve bunlardan hangilerinin egemen bir geçerlilik ve mutlak doğruluk hakkına sahip olup olamayacaklarını bilme sorununa geliyoruz. Eğer insan bilgisi diyorsam, bunu tanıma onuruna erişmediğim öteki göksel cisimler sakinlerini incitme niyetiyle değil ama hayvanlar da, hiçbir zaman egemen olmasa bile, bilgi sahibi oldukları için söylüyorum. Köpek, efendisinde Tanrısını görür ama bu o efendinin dünyanın en büyük namussuzu olmasını engellemez.
İnsan düşüncesi egemen midir? Evet ya da hayır diye yanıt vermeden önce, insan düşüncesinin ne olduğunu incelemek gerek. Bir bireyin düşüncesi mi? Hayır. Bununla birlikte o, ancak geçmiş, şimdiki ve gelecek milyarlarca ve milyarlarca insanın bireysel düşüncesi olarak vardır. Şimdi eğer ben, bütün bu insanların, geleceğin insanları dahil, benim tasarımımda bireşmiş bulunan düşüncesi egemendir, insanlık yeterince uzun sürdüğü ve bu bilgi, bilgi organları ve bilgi nesnelerinde sınırlarla karşılaşmadığı ölçüde, varolan dünyayi bilmeye yeteneklidir dersem, hayli beylik ve üstüne üstlük hayli kısır bir şey söylemiş olurum. Çünkü bütün görünüşe göre biz, henüz insanlık tarihinin başında bulunduğumuz ve bizim bilgimizi düzeltecek kuşakların, bizim çoğu kez büyük bir küçümsemeyle, bilgisini düzeltme durumunda bulunduğumuz kuşaklardan çok daha kalabalık olmaları gerektiği için, en değerli sonuç bizi, bugünkü bilgimiz karşısında son derece güvensiz kılmaktan başka bir şey olamaz.
Bilinç, öyleyse düşünce ve bilgi için de bu kendini yalnızca bir dizi bireyde gösterme zorunluluğunu bay Dühring de kabul ediyor. Bu bireylerden her birinin düşüncesine, ancak sağlıklı ve uyanık durumda iken, ona herhangi bir düşünceyi zorla kabul ettirmeye yetenekli hiçbir güç görmediğimiz zaman egemenlik tanıyabiliriz. Ama her bireysel düşünce bilgilerinin egemen geçerliliğine gelince, hepimiz bunun sözkonusu olamayacağını ve edinilen tüm deneyime göre bu bilgilerin ayrıklamasız her zaman doğru ya da düzeltilmesi gerekmeyen şeylerden çok daha fazla düzeltilmesi gereken şeyler içerdiğini biliyoruz.
Bir başka deyişle: Düşüncenin egemenliği, düşüncesi son derece az egemen ve bilgisi mutlak bir doğruluk hakkı ile güçlü olan bir dizi insanda, bir dizi göreli yanlış içinde gerçekleşir; bunların her ikisi de ancak insanlık yaşamının sonsuz bir süreci içinde tamamen gerçekleşebilirler.
Burada da, daha yukarda olduğu gibi, insan düşüncesinin zorunlu bir biçimde mutlak olarak tasarlanan niteliği ile onun salt sınırlı düşünceli bireylerde güncelleşmesi arasındaki aynı çelişkiyi, ancak sonsuz bir gelişme içinde, insan kuşaklarının hiç değilse bizim için pratik bakımdan sınırsız ardışıklığı içinde çözülebilecek çelişkiyi görüyoruz. Bu anlamda insan düşüncesi ne denli egemense o denli egemen değildir ve onun bilgi yetisi de ne denli sınırsızsa o denli sınırlıdır. Yapısı, anıklığı (istidadı), olanakları ve sonal tarihsel ereği bakımından egemen ve sınırsız; bireysel uygulanışı ve tekil gerçekliği bakımından egemen-değil ve sınırlı.
Ölümsüz doğruluklar (ebedi hakikatler) için de durum böyle. Eğer insanlık ancak ölümsüz doğruluklarla, düşüncenin egemen bir geçerliliğe ve mutlak bir doğruluk olma hakkına sahip sonuçları ile hareket edecek bir duruma varmış olsaydı, bu onun, entelektüel dünyanın sonsuzluğunun, gerçekte olduğu gibi gücül olarak da tükenmiş ve böylece ünlü sayılmış sayılmazlık mucizesinin gerçekleşmiş olduğu noktada bulunduğu anlamına gelirdi.
Ama gene de en küçük bir kuşkunun bize delilik gibi görünebileceği denli sağlam doğruluklar da yok mudur? İki kere ikinin dört etmesi, bir üçgenin açısının iki dik açıya eşit olması, Paris'in Fransa'da bulunması, yiyecek bir şey bulamayan adamın ölmesi vb. gibi? Yani ölümsüz doğruluklar, son çözümlemede kesin doğruluklar yok mudur?
Vardır elbette. Bütün bilgi alanını, eski ünlü yönteme göre, üç büyük kesime bölebiliriz. Birincisi cansız doğa ile uğraşan ve matematik olarak işlenmeye azçok elverişli bütün bilimleri kapsar: Matematik, astronomi, mekanik, fizik, kimya. Eğer biri çok yalın nesnelere büyük sözcükler uygalamaktan zevk alırsa, bu bilimlerin kimi sonuçları ölümsüz doğruluklardır, son çözümlemede kesin doğruluklardır denilebilir; ayrıca bu nedenle de bu bilimlere kesin bilimler adı verilmiştir. Ama bütün sonuçlar için bu doğru olmaktan uzaktır. Çoğu kez o denli ağırbaşlı olan matematik, işin içine değişken büyüklükleri sokarak ve bunların değişkenliklerini sonsuz derecede küçük ve sonsuz derecede büyüğe kadar götürerek, günah işledi; bilgi ağacının kendisine en büyük sonuçların, ama bununla birlikte yanlışlıkların da yolunu açan meyvesini yedi. Matematik olan her şeyin içinde bulunduğu mutlak geçerliliğin, söz götürmez tanıtlamanın erden (bakir) durumu, elveda; bilimsel tartışmalar çağı açıldı ve bugün, insanlardan çoğunun ne yaptıklarını anladıkları için değil ama arı inanla, şimdiye değin sonuçlar hep doğru çıktığı için, diferansiyel ya da entegral hesaptan yararlandıkları bir noktada bulunuyoruz. Astronomi ve mekanikte durum daha da kötüdür ve fizik ile kimyada, bir arı sürüsü ortasındaymış gibi varsayımlar ortasında bulunulur. Ayrıca başka türlü de olamazdı. Fizikte moleküllerin hareketi, kimyada atomlardan hareket ederek moleküllerin oluşmaları ile uğraşıyoruz ve eğer ışıklı dalgaların titreşim girişimi bir masal değilse, bu ilginç şeyleri kendi gözlerimizle görme umudu hiç yok demektir. Son çözümlemede kesin doğruluklar, zamanla bu alanda görülmedik bir biçimde seyrekleşir.
Doğası gereği, özsel olarak ne bizim, ne de herhangi bir insanın tanık olarak bulunduğu süreçlerle uğraşan bir bilim olan yerbilimde (jeolojide) daha da kötü durumdayız. Bu nedenle, son çözümlemede kesin doğruluklar hasadı burada çok büyük bir çaba olmaksızın yürümez ve üstelik son derece önemsiz kalır.
Bilimlerin ikinci sınıfı, canlı organizmaların irdelenmesini içine alan sınıftır. Bu alanda karşılıklı ilişkiler ve nedenselliklerin öylesine bir çeşitliliği gelişir ki yalnızca çözülmüş her sorun, ortaya sayılmaz bir miktarda yeni sorunlar çıkarmakla kalmaz ama her tekil sorun da ancak çoğu kez yüzyıllar isteyen bir dizi araştırmalar aracıyla ve çoğu zaman parça parça çözülebilir; aynı zamanda tümlükleri sistematik olarak tasarlama gereksinmesi, son çözümlemedeki kesin doğrulukları her an çok zengin bir varsayımlar çiçeklenmesi ile kaplanmaya zorlamaktan geri kalmaz. Memelilerde kan dolaşımı denli yalın bir şeyi doğrulukla saptamak için, Galenos'dan Malpighi'ye değin ne uzun bir aracı sahanlıklar dizisi zorunlu oldu! Kan yuvarlarının kökeni üzerine ne denli az şey biliyoruz ve bugün bile, örneğin bir hastalığın belirtileri ile nedenleri arasında ussal bir ilişki kurmak için, ne denli çok aracı halkadan yoksun bulunuyoruz! Üstelik sık sık, bizi biyoloji alanında o zamana değin yürürlükte olan tüm son çözümlemedeki kesin doğrulukları tam bir gözden geçirmeye ve bunlardan bir çoğundan vazgeçmeye zorlayan, hücrenin bulunması gibi bulgular ortaya çıkıyor. Öyleyse bu alanda ortaya gerçekten gerçek ve değişmez doğruluklar koymak isteyen biri, bütün insanlar ölümlüdür, bütün dişi memeli hayvanların süt bezleri vardır vb. gibi yavanlıklarla yetinmek zorunda kalacaktır; kafada merkezleşmiş sinirsel etkinlik sindirim için zorunlu olduğuna göre o, gelişmiş hayvanlar yediklerini kafaları ile değil, mide ve barsakları ile sindirirler bile diyemeyecektir.
Ama ölümsüz doğruluklar için işler, bilimlerin üçüncü grubunda, yani insanların yaşama koşullarını, toplumsal ilişkileri, hukuk ve devlet biçimlerini, felsefeden, dinden, sanattan vb. oluşan ideal üstyapıları ile birlikte, tarihsel ardışıklıkları ve o günkü sonuçları içinde inceleyen tarihsel bilimlerde daha da kötü gider. Organik doğada, hiç olmazsa doğrudan doğruya gözlemleyebildiğimiz ölçüde, çok geniş sınırlar içinde oldukça düzenli bir biçimde yinelenen bir süreçler dizisi ile uğtaşıyoruz. Aristoteles'ten bu yana organizma türleri, kabaca aynı kalmıştır. Buna karşılık, toplum tarihinde insanlığın ilkel durumunu, taş devri denilen şeyi aştığımız andan başlayarak, durumların yinelenmesi kural değil, ayrıklamadır ve bu türlü yinelenmelerin kendini gösterdiği yerde de bu yinelemeler hiçbir zaman aynı koşullar içinde ortaya çıkmazlar. Bütün uygar halklarda toprağın ilkel kolektif mülkiyetine ve bunun ortadan kalkma biçimine raslanması gibi. Bu nedenle, insanlık tarihi alanında sağlam bilgimiz, biyoloji alanında olduğundan çok daha geridedir. Dahası var: Bir dönemin toplumsal ve siyasal varlık biçimlerinin iç bağlantısı bir kez kazara öğrenilecek olsa, bu iş hiç şaşmadan, bu biçimler ömürlerinin yarısını çoktan doldurmuş, sonlarına doğru gitmekte oldukları zaman olur. Demek ki ancak belirli zamanda ve belirli halklar için varolan ve özü gereği geçici bir nitelik taşıyan bazı toplum ve devlet biçimlerinin bağlantı ve sonuçlarını kavramakla yetinmesi sonucu, bu alandaki bilgi özsel olarak görelidir. Öyleyse bu alanda son çözümlemede kesin doğruluklar, mutlak olarak değişmez katışıksız doğruluklar avına çıkan biri, örneğin insanların genellikle çalışmadan yaşayamayacakları, şimdiye değin çoğu kez egemenler ve egemenlik altında olanlar olarak bölünmüş oldukları, Napoléon'un 5 Mayıs 1821'de öldüğü gibi en kötü cinsten yavanlıklar ve beylik düşünceler dışında, çok az avla dönecektir.
Ne var ki ölümsüz denilen doğruluklara, son çözümlemede kesin doğruluklara vb., çoğu kez tam da bu alanda rastlamamız ilginçtir. İki kere iki dört eder, kuşların gagası vardır ve aynı türden başka olgular ancak, genel olarak ölümsüz doğrulukların varlığından, insan tarihi alanında da matematik kavrayış ya da uygulamalarınınkine benzer bir geçerlilik ve bir diğer savında bulunacak ölümsüz doğruluklar, ölümsüz bir ahlak, ölümsüz bir adalet vb. bulunduğu sonucunu çıkarma niyetini besleyen biri tarafından ölümsüz doğruluklar olarak ilan edileceklerdir. Ondan sonra aynı insanseverin, bize ilk firsatta, ölümsüz doğruluklar üretimindeki bütün öncellerinin azçok eşek ve şarlatan olduklarını, hepsinin yanılgı içine düştüğünü, hepsinin yanıldığını açıklayacağına tam bir güven besleyebiliriz; ama onların yanılgısı ve onların yanılabilirliğinin varoluşu doğaldır ve kendisinde doğruluk ve doğrunun varlığını kanıtlar; kendisi, daha yeni doğmuş bulunan bu yalvaç, son çözümlemedeki kesin doğruluğu, ölümsüz ahlaki, ölümsüz adaleti hazırlop bir biçimde cepte taşır. Bu, şimdiye değin o denli çok yinelenmiş bir durumdur ki kendilerinin böyle olduğuna inanacak kadar bön adamların hala varolmasına yalnızca şaşılır. Bununla birlikte burada da, başkaları herhangi bir adamın son çözümlemede kesin doğruluğu sağlayacak durumda olduğunu yadsıdıkları zaman, her zamanki gibi ultra-moral bir öfkeye kapılmaya hazır o yalvaçlardan birini görmüyor muyuz? Böyle bir yadsıma, hatta yalın bir kuşku, güçsüzlüktür, içinden çıkılmaz karışıklıktır, hiçliktir, ahlak bozucu kuşkuculuktur, yalın nihilizmden daha kdtü bir şeydir, anlaşılmaz karışıklık ve aynı türden başka sevimliliklerdir. Bütün yalvaçlarda olduğu gibi, bilimsel ve eleştirel bir açıdan incelenmez ve yargılanmaz ama düpedüz ahlak yıldırımları yağdırılır.
Yukarda insan düşüncesinin yasalarını irdeleyen bilimleri: Mantık ve diyalektiği de sayabilirdik. Ama ölümsüz doğruluklar için gelecek, burada daha iyi değil. Asıl diyalektik, der bay Dühring, arı bir saçmalıktır ve mantık üzerine yazılmış ya da yazılacak birçok kitap, o alanda da son çözümlemede kesin doğrulukların çoğunun sandığından çok daha seyrek olduğunu yeterince tanıtlar.
Öte yandan, bugün bulunduğumuz bilgi düzeyinin, bütün öncekilerden daha kesin olmadığından hiç de kaygı duymamalıyız. O daha şimdiden, çok büyük bir bilgi yığınını kapsar ve herhangi bir kolda uzman olmak isteyen birinin karşısına çok büyük bir sayıda uzmanlık alanı çıkarır. Kendi doğası gereği ya uzun kuşaklar için göreli kalması ve parça parça tamamlanması gereken, ya da evrenbilim, yerbilim ve insan tarihinde olduğu gibi, tarihsel belgelerin eksikliği nedeniyle de olsa, her zaman kusurlu ve eksik kalacak bilgilere katışıksız, değişmez, son çözümlemede kesin bir doğruluk ölçütünü uygulayan adama gelince, — o, hatta kişisel savı, burada olduğu gibi, söylediklerinin gerçek arka planını oluşturmasa bile, kendi öz bilgisizlik ve çılgınlığını tanıtlamaktan başka bir şey yapmaz. Doğruluk ve yanlışlık, kutupsal karşıtlıklar içinde devinen düşüncenin bütün belirlenimleri gibi, ancak son derece sınırlı bir alan için mutlak bir geçerliliğe sahiptir; tıpkı görmüş bulunduğumuz ve bay Dühring'in de, eğer tam da bütün kutupsal karşıtlıkların yetersizliğini konu alan diyalektiğin ilk bilgilerini biraz edinseydi, bilebileceği gibi, doğruluk ile yanlışlık arasındaki karşıtlığı, yukarda belirtmiş bulunduğumuz dar alan dışında uygular uygulamaz, bu karşıtlık, göreli ve gerçek bilimsel anlatım için elverişsiz bir nitelik kazanır; bununla birlikte eğer onu, bu alan dışında kesenkes geçerli olarak uygulamaya girişirsek tamamen başarısızlığa uğrarız; karşıtlığın iki kutbu kendi terslerine dönüşürler, doğruluk yanlışlık ve yanlışlık da doğruluk olur. Örnek olarak, eşit sıcaklıkta gazların hacminin basınçla ters orantılı olduğu yolundaki ünlü Boyle yasasını alalım. Regnault, kimi durumlarda bu yasanın doğru olmadığını buldu. Eğer o bir gerçek filozofu olsaydı, şöyle demek zorunda kalacaktı: Boyle yasası değişkendir; öyleyse katışıksız bir doğruluk, öyleyse yalnızca bir doğruluk bile değildir, öyleyse bir yanlışlıktır. Ama bunu yapmakla, Boyle yasasında bulunan yanlışlıktan çok daha büyük bir yanlışlık yapmış olurdu; kendi küçük doğruluk tohumu, yanlışlığın kum yığını içinde kaybolurdu; aslında doğru olan kendi sonucunu, içerdiği az bir yanlışlık ile birlikte karşısında Boyle yasasının bir doğruluk olarak göründüğü bir yanlışlık durumuna getirirdi. Ama Regnault, bilim adamı olarak bu türlü çocukluklara kapılmadı, araştırmalarına devam etti ve genel bir biçimde Boyle yasasının ancak yaklaşık olarak doğru olduğunu ve geçerliliğini, özellikle basıncın sıvılaştırabildiği gazlar bakımından ve sıvılaşmanın başladığı noktaya yaklaştığı andan sonra yitirdiğini buldu. Demek ki Boyle yasası, ancak belirli sınırlar içinde doğru olarak ortaya çıkıyordu. Ama bu sınırlar içinde, mutlak olarak, kesin olarak doğru mudur? Hiçbir fizikçi bunu öne sürmeyecektir. Her fizikçi, Boyle yasasının kimi basınç ve sıcaklık derecesi sınırları içinde ve kimi gazlar için geçerli olduğunu söyleyecek ve bu zaten dar olan sınırlar içinde, daha da dar bir sınırlama ya da gelecekteki araştırmalar tarafından değiştirilmiş bir formül olanağını dıştalamayacaktır. [37*] İşte son çözümlemede kesin doğruluklar, örneğin fizikte, bu durumda. Bundan ötürü, gerçekten bilimsel çalışmalar, yanlışlık ve doğruluk gibi dogmatik ve ahlaksal deyimlerden sürekli olarak kaçınırlar, oysa boş bir söz ebeliğinin, kendini bize egemen düşüncenin egemen sonucu olarak kabul ettirmek istediği Gerçeğin Felsefesi gibi yazılarda, bu deyimlere her yerde rastlanır.
Ama, diye sorabilir saf bir okur, bay Dühring kendi gerçeğin felsefesinin içeriğinin kesin bir doğruluk olduğunu ve son çözümlemede de böyle olduğunu açıkça nerede söyledi? Nerede olacak, örneğin, kendi sistemi üzerine yaptığı ve II. bölümde bazı parçalarını vermiş olduğumuz (s. 13.)* aşırı övgüde. Ya da yukarda aktarılmış bulunan tümcede; ahlak doğrulukları, son temellerine değin bilinmiş oldukları ölçüde, matematik uygulamaların geçerliliğine benzer bir geçerlilik savlarlar dediği zaman. Ve bay Dühring, gerçekten eleştirici görüş açısından ve şeylerin köklerine dek giden araştırmalar sayesinde bu son temellere değin, temel şemalara değin gitmiş, yani ahlaksal doğruluklara son çözümlemede kesin bir nitelik vermiş olduğunu öne sürmüyor mu? Ya da eğer bay Dühring, bunu ne kendisi, ne de zaman için ileri sürüyor, eğer yalnızca bir gün, sisli bir gelecekte, son çözümlemede kesin doğruluklar saptanabilecektir demek istiyor, yani eğer "ahlak bozucu kuşkuculuk" ve "içinden çıkılmaz karışıklık" derken, aşağı yukarı ama daha anlaşılmaz bir biçimde, aynı şeyi söylemek istiyorsa — o zaman bütün bu gürültü neye, istediğiniz nedir bayım?
Eğer doğruluk ve yanlışlık ile pek ilerlemiyorsak, iyi ve kötü ile daha az ilerleyeceğiz. Bu karşıtlık yalnızca ahlak alanında, yani insanların tarihine ilişkin bir alanda sözkonusu olur ve son çözümlemede kesin doğruluklar asıl bu alanda çok seyrektir. Halktan halka, dönemden döneme, iyi ve kötü fikirler öylesine değişir ki çoğu kez birbiriyle açıkça çelişirler. —Ama, denecek, gene de iyi kötü, kötü de iyi değildir; eğer iyi ile kötü aynı çuvala konursa bu, her türlü ahlak düşüncesinin sonu demektir ve herkes canının istediği gibi davranır.— Bay Dühring'in görüşü de, tumturakli dili bir yana bırakılırsa, böyle. Ama gene de sorun bu denli yalın bir biçimde çözülemez. Eğer sorun bu denli yalın olsaydı, iyi ve kötü üzerinde tartışılmazdı, iyi nedir, kötü nedir, herkes bilirdi. Ama şimdi böyle mi? Bugün bize hangi ahlak öğütleniyor? Önce, özsel olarak bir katolik ve bir de protestan ahlaka ayrılan ve böylece katolik-cizvit ahlak ile protestan-ortodoks ahlaktan mezhebi geniş ahlaka değin giden, geçmiş yüzyılların iman kalıtı hıristiyan feodal ahlak. Bunun yanında modern burjuva ahlakı, sonra hemen bunun yanında da geleceğin, proletaryanın ahlakı bulunur; öyleki yalnızca Avrupa'nın en ileri ülkelerinde geçmiş, bugün ve gelecek, birbiri yanında aynı zamanda geçerli üç büyük ahlak teorisi grubu sağlar. Öyleyse hangisi gerçek ahlaktır bunların? Kesin ve mutlak anlamda, hiçbiri; ama süre vaat eden öğelere en çok sahip bulunan ahlak; şu anda kuşkusuz bugünün altüst oluşunu, geleceği temsil eden ahlaktır, yani proleter ahlak.
Modern toplumun feodal soyluluk, burjuvazi ve proletaryadan oluşan üç sınıfından her birinin kendi öz ahlakına sahlp bulunduğunu gördükten sonra, bundan ancak insanların, ister bilinçli, ister bilinçiz olsun, ahlak anlayışlarını, son çözümlemede sınıf durumlarının dayandığı pratik ilişkilerden —içinde üretim ve değişimde bulundukları ekonomik ilişkilerden— aldıkları sonucu çıkartabiliriz.
Bununla birlikte yukarda sözü edilen üç ahlak teorisinde, her üçünde de ortak olarak bulunan birçok şey var: Sakın bu, hiç değişmemek üzere saptanmış ahlakın bir parçası olmasın? Bu ahlak teorileri, aynı tarihsel evrimin üç ayrı aşamasını temsil ederler, öyleyse ortak bir tarihsel arka plana ve bunun sonucu, zorunlu olarak birçok ortak öğeye sahip bulunurlar. Dahası var, ekonomik gelişmenin benzer, ya da aşağı yukarı benzer aşamalarında, ahlak teorilerinin zorunlu olarak aynı amaçları gütmeleri gerekir. Taşınır malların özel mülkiyetinin gelişmiş bulunduğu andan başlayarak, bu özel mülkiyetin üstün geldiği bütün toplumların şu ahlak buyruğuna ortaklaşa sahip bulunmaları gerekiyordu: Çalmayacaksın. Bundan ötürü bu buyruk, ölümsüz bir ahlak buyruğu mu oluyordu? Hiçbir zaman. Hırsızlık nedenlerinin ortadan kaldırıldığı, öyleyse zamanla hırsızlıkların ancak deliler tarafından yapılabildiği bir toplumda: Çalmayacaksın! Ölümsüz doğruluğunu ciddi ciddi ilan etmek isteyen bir ahlak vaizine amma da gülünürdü.
Bu nedenle ahlak dünyasının da, tarihin ve ulusal farklılıkların üstünde bulunan sürekli ilkeleri olduğu bahanesiyle, herhangi bir ahlak dogmatizmini bize ölümsüz, kesin, bundan böyle değişmez bir ahlak yasası olarak kabul ettirme yolundaki her savı yadsıyoruz. Tersine, geçmişin her ahlak teorisinin, son çözümlemede o zamanki toplumun ekonomik durumunun bir ürünü olduğunu ileri sürüyoruz. Ve nasıl toplum, şimdiye değin sınıf karşıtlıkları içinde gelişmiş bulunuyorsa, ahlak da aynı biçimde her zaman bir sınıf ahlakı olmuştur; bu ahlak, ya egemen sınıfın egemenliğini ve çıkarlarını doğruluyor, ya da ezilen sınıf yeterince güçlü bir duruma geldiği andan başlayarak, bu egemenliğe karşı baş kaldırmayı ve ezilenlerin gelecekteki çıkarlarını temsil ediyordu. Gene de insan bilgisinin bütün öteki dalları için olduğu gibi, ahlak bakımından da genel olarak bir ilerleme olduğundan kuşku yok. Ama henüz sınıf ahlakını aşmamış bulunuyoruz. Sınıf karşıtlıklarının ve bu karşıtlıkların anısı üzerinde yer alan gerçekten insanal bir ahlak, ancak sınıf karşıtlıklarının yalnızca yenilmekle kalmadığı ama yaşama pratiği bakımından unutulmuş da bulundukları bir toplum düzeyinde olanaklı olabilir. Şimdi, eski sınıflı toplumun bağrında, toplumsal bir devrimin öngününde, geleceğin sınıfsız toplumuna ölümsüz, zamandan ve gerçeğin dönüşümlerinden bağımsız bir ahlak kabul ettirme savında bulunan bay Dühring'in kendini beğenmişliği düşünülsün! Hatta bu gelecek toplumun yapısını, hiç değilse ana çizgileri içinde kavramış olduğu —ama bunu şimdiye değin göremedik— varsayılsa bile.
Bitirmek için, "tepeden tırnağa özgün" ama gene de "köklere değin" gitmekten geri kalmayan bir açınlama daha:
Kötülüğün kökenine ilişkin olarak, "kendine özgü ikiyüzlülük ile kedi tipinin bir hayvan biçimi içinde raslaşması gerçeği, bizim için insanda da benzer bir niteliğin bulunması gerçeği ile aynı plandadır. ... Öyleyse kedinin, ya da genel olarak yırtıcı hayvanın varlığında mistik bir şey kokusu sezme isteği olmadıkça, kötülük gizemli bir şey değildir."
Kötülük ... kedidir. Öyleyse şeytanın boynuzları ve çatallı ayakları değil ama pençeleri ve yeşil gözleri var. Ve Gcethe, Mefistofeles'i kara bir kedi yerine aynı renkte bir köpek biçimi altında göstermekle bağışlanmaz bir kusur işlemiştir. Kötülük, kedidir! İşte, yalnızca bütün evrenler için değil ama... kedi soyu için de bir ahlak!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.