3 Ocak 2014 Cuma

BİRİNCİ KISIM - ONUNCU BÖLÜM - AHLAK VE HUKUK, EŞİTLİK

Bay Dühring'in yöntemi ile birçok kez tanışmış bulunuyoruz. Bu yöntem, her bilgi konuları grubunu sözde en yalın öğelerine ayrıştırmaya, bu öğelere bir o denli yalın, sözde apaçık belitleri uygulamaya ve bu biçimde elde edilmiş sonuçlarla iş görmeyi sürdürmeye dayanır. Hatta toplumsal yaşam alanının bir sorunu bile, "sanki yalın ... matematik temel biçimler söz konusuymuş gibi, yalın temel biçimler üzerinde belitler aracıyla çözümlenmelidir". 

Ondan sonra, matematik yöntemin tarihe, ahlaka ve hukuka uygulanması, bize burada da elde edilen sonuçlar üzerine matematik bir kesinlik sağlayacak, onlara değişmez katışıksız doğruluklar niteliği kazandıracaktır. 

Bu, a priori yöntem olarak adlandırılan ve bir nesnenin özelliklerini, onları nesnenin kendisinden çıkartarak öğrenmeye değil ama nesnenin kavramından tümdengelim yoluyla çıkarsamaya dayanan eski ve sevilen ideolojik yöntemin bir başka yönünden başka bir şey değildir. Önce, nesneden hareket ederek, nesnenin kavramı imal edilir; sonra bütün ters çevrilir ve nesne kopyasına, yani kavrama göre değerlendirilir. Kavram nesneyi değil ama nesne kavramı kendine örnek almalıdır. Bay Dühring'de kavram görevini gören şeyler, en yalın öğeler, erişebildiği son soyutlamalardır; ama bu, sözkonusu sorunda hiçbir şeyi değiştirmez; en iyi durumda bu en yalın öğeler, salt kavramsal yapıdadır. Yani gerçeğin felsefesi burada da kendini, gerçekliğin kendisinden değil tasanmından çıkarılmış arı ideoloji olarak gösterir. 

Ve şimdi bu türlü bir ideolog, ahlak ve hukuku insanların, onları çeviren gerek toplumsal ilişkilerinden çıkaracak yerde, kavram ya da "toplumun" en yalın denilen öğelerinden hareketle kurduğu zaman, elinde bu iş için hangi gereçler bulunur? Kuşkusuz, iki türlü gereç: Önce, bu temel olarak alınan soyutlamalarda gene de bulunabilen yoksul gerçek içerik kalıntısı; ikinci olarak, ideologumuzun kendi öz bilincinden çıkartarak ortaya soktuğu içerik. Ve ideologumuz, bilincinde ne bulur? En büyük bölümü bakımından, içinde yaşadığı toplumsal ve siyasal koşulların bir doğrulama ya da bir saldırı değerine sahip, olumlu ya da olumsuz, az çok upuygun birer dışavurumu olan ahlaksal ve hukuksal sezgiler; ayrıca, belki konu üzerindeki yazından alınmış fikirler; son olarak, belki kişisel fanteziler. İdeologumuz ne yapsa, ne dese boşuna, kapıdan attığı tarihsel gerçeklik, pencereden girer ve bütün dünyalar ile bütün zamanlar için ahlaksal ve hukuksal bir öğreti yaptığına inanarak, gerçekte kendi zamanın tutucu ya da devrimci ama gerçek tabanından koptuğu için bozulmuş, içbükey bir aynadaki gibi başaşağı olmuş bir imgesinden başka bir şey imal etmez. 

Böylece bay Dühring toplumu en yalın öğelerine ayrıştırır ve böyle yaparak en yalın toplumun en az iki kişiden bileştiğini bulur. Ondan sonra bu iki kişi ile belitler aracıyla iş görülür. Ve kendiliğinden, ortaya ahlakın temel beliti çıkar: "İki insan istenci, iki insan istenci olarak birbirine tamamen eşittir ve hiçbiri, daha ilk anda, ötekinden hiç ama hiçbir şey isteyemez." İşte, "ahlaksal adaletin temel biçimi böylece belirtilmiş" bulunmaktadır ve onun yanısıra, mahkemeler adaletinin temel biçimi de; çünkü "ilkesel hukuk kavramlarını çeliştirmek için, iki kişinin tamamen yalın ve temel ilişkisinden başka bir şeye gereksinmemiz yoktur”. 

İki insan ya da iki insan istencinin, iki insan ya da iki insan istenci olarak birbirine tamamen eşit olması, yalnızca bir belit olmakla kalmaz ama güçlü bir abartmadır da. Önce iki insan, hatta iki insan olarak, cinsiyet bakımından eşit olmayabilir ve bu yalın gerçek bizi, hemen toplumun en yalın öğelerinin —eğer bir an için bu çocukluğu kabul edersek—, iki insan (iki erkek) değil ama üretim ereğiyle toplum durumunda yaşamanın en yalın ve ilk biçimi olan bir aile kuran bir erkekle bir kadın olduğuna götürür. Ama bu, bay Dühring'in hoşuna hiç gitmez. Çünkü bir yandan toplumun iki kurucusunun elden geldiğince eşit kılınmış olmaları gerekir ve öte yandan erkek ve kadının ahlaksal ve hukuksal eşitliğini, ilkel aileden hareketle, bay Dühring bile kurmayı başaramaz. Öyleyse, iki şeyden biri: Ya bay Dühring'in, çoğalması tüm toplumun yapısını kuracak olan toplumsal molekülü hemen yokolmaya adaydır, çünkü iki erkek kendi aralarında hiçbir zaman çocuk meydana getiremez; ya da onları iki aile başkanı olarak tasarlamamız gerekir. Ve bu durumda, tüm yalın temel şema kendi karşıtına dönüşür: Bu şema, insanların eşitliği yerine olsa olsa aile başkanlarının eşitliğini ve kadınlara ne düşündükleri sorulmadığı için, ayrıca kadınların bağımlılığını gösterir. 

Burada okura, bu iki ünlü er kişiden kurtulmak üzere olmadığı kötü haberini vermek zorundayız. Toplumsal ilişkiler alanında bu er kişiler, artık kendilerinden kurtulmuş olmamız gereken öteki göksel cisimler sakinlerinin şimdiye değin oynadıklarına.benzer bir rol oynarlar. Çözülecek bir iktisat, bir siyaset vb. sorunu mu var, hemen iki adam sahneye girer ve işi "belitsel yöntem aracıyla" bir anda yoluna koyarlar. Bizim gerçeksel filozofumuzun yaratıcı, sistem doğurucu, hayranlık uyandırıcı bulgusu; ne yazık ki eğer doğruluğa saygılı olmak istersek, iki adamcağızı o bulmadı. Bu iki adamcağız, bütün 18. yüzyılın ortak malıdır. Bunlar daha Rousseau'nun, bu arada bay Dühring'in tezlerinin tam tersini belitsel yöntem aracıyla tanıtladıkları, 1854'teki Eşitsizliğin Kaynağı Üzerine Söylev'inde görünürler. Adam Smith'ten Ricardo'ya, ekonomi politik teorisyenlerinde birinci planda bir rol oynarlar; ama burada en azından her biri farklı işlerle uğraşmak —çoğu kez avcılık ve balıkçılık— ve ürünlerini karşılıklı olarak değiştirmek bakımmdan, eşit değildirler. Gerçi bütün 18. Yüzyıl boyunca bu adamlar, yalnızca yalın açıklayıcı örnek hizmeti görürler ve bay Dühring'in özgünlüğü, bu açıklayıcı yöntemi bütün toplumsal bilimlerin temel yöntemi ve bütün tarihsel kuruluşların ölçütü katına çıkarmasındadır. "Şeylerin ve insanların sıkı sıkıya bilimsel anlayışı" içinde de daha büyük bir kolaylık sağlanamazdı. 

İki insan ve onların istençlerinin birbirlerine tamamen eşit oldukları ve ikisinden hiçbirinin ötekine verecek hiçbir buyruğu olmadığı temel belitini saptamak için herhangi iki insandan hiçbir zaman yararlanamayız. Bunların tüm gerçeklikten, yeryüzünde varolan bütün ulusal, ekonomik, siyasal ve dinsel ilişkilerden, bütün cinsel ve kişisel özelliklerden, geriye her ikisinden de yalın insan kavramından başka bir şey kalmayacak denli kurtulmuş iki insan olması gerek: Ancak o zaman "tamamen eşit" olurlar. Her yerde "tinci" girişimler kokusu alan ve bunları teşhir eden bu aynı bay Dühring tarafından çağrılmış iki eksiksiz hayalet. Bu iki hayalet, elbette kendilerini çağıran kimsenin onlardan istediği her şeyi yapmak zorundadırlar ve işte bu nedenle de bütün marifetleri başkaları için son derece önemsizdir. 

Bununla birlikte, bay Dühring'i belitsel yöntemi içinde biraz daha izleyelim. İki istençten hiçbiri ötekinden kesinlikle hiçbir şey isteyemez. Eğer gene de biri bunu dener ve ereğine güç kullanarak erişirse,. ortaya bir haksızlık durumu çıkar ve bay Dühring haksızlığı, zoru, köleliği, kısaca geçmişin bütün kargışlı tarihini işte bu temel şema ile açıklar. Oysa Rousseau, yukarda adı geçen yapıtında, iki adam aracıyla ve aynı derecede belitsel bir biçimde, tersini tanıtlamıştı: şöyle ki ikisinden A, B'yi kölelik durumuna zorla değil ama yalnızca B'yi A'dan vazgeçemeyecek bir durum içine koyarak düşürebilir; ne var ki bay Dühring için bu görüş, gereğinden çok materyalist bir görüştür. Öyleyse sorunu biraz başka bir biçimde alalım. Gemileri batmış iki kişi, bir adada yalnızdırlar ve bir topluluk kurarlar. İstençleri biçimsel bakımdan tamamen eşittir ve bu her ikisi tarafından da böylece kabul edilir. Ama maddi bakımdan büyük bir eşitsizlik vardır. A kararlı ve gözüpek, B kararsız, gevşek ve rahatına düşkündür; A uyanık, B budaladır. A'nın isteğini B'ye önce inandırma, sonra alışkanlık aracıyla ama her zaman özgür onama biçimi altında, düzenli olarak kabul ettirmesi için ne kadar zaman gerek? Özgür onama biçimi ister korunmuş, ister ayaklar altına alınmış olsun, kölelik köleliktir. Köleliğe özgür onama ile giriş, Almanya'da Otuz Yıl Savaşı sonrasına değin, bütün ortaçağ boyunca sürer. Prusya'da, 1806 ve 1807 bozgunlarından sonra, toprak köleliği ve toprak köleliği ile birlikte iyiliksever senyörleri için uyruklarına sefalet, hastalık ve yaşlılık durumunda yardım etmek zorunluluğu da ortadan kaldırıldığı zaman, köylüler krala, ondan toprak kölesi olarak bırakılmalarını isteyen bir dilekçe gönderirler: Başka türlü onlara, darlık içinde kim yardım edecekti? İki insan şeması, eşitlik ve karşılıklı yardım için olduğu denli eşitsizlik ve kölelik için de "cuk oturur" ve yok olma tehdidi altında, bu iki insanın aile başkanı olduklarını kabul etmek zorunda bulunduğumuzdan, bu şemada soydan geçme kölelik de öngörülmüş demektir. 

Ama, bir an için bunu bırakalım. Bay Dühring'in belitsel yönteminin bizi inandırmış olduğunu ve iki istenç arasındaki tam eşitlik, "evrensel insan egemenliği", "birey egemenliği" gibi, Stirner'in "Biricik"inin özgülüğüyle birlikte bu işteki alçakgönüllü payını isteyebilmesine karşın, yanlarında beceriksiz biri olarak kaldığı bu gerçek söz devleri üzerinde kendimizden geçtiğimizi kabul edelim. İşte şimdi hepimiz tamamen eşit ve bağımsız kişileriz. Hepimiz mi? Hayır, gene de hepimiz değil. "Kabul edilebilir bağımlılıklar" da var ve bu türlü bağımlılıklar, "iki istencin iki istenç olarak gerçekleşmesinde değil ama bir üçüncü alanda, yani örneğin çocuklar karşısında, onların kendileri tarafından yönetilmelerindeki yetersizlikte aranması gereken nedenlerle" açıklanır. 

Gerçekten! Bağımlılık nedenleri, istençlerin istençler olarak gerçekleşmesinde aranmamalıdır! Elbette aranmamalıdır, çünkü engellenen şey, bir istencin gerçekleşmesinin ta kendisidir! Ama bir üçüncü alanda aranmalıdır! Ve bu üçüncü alan hangisidir? Baskı altına alınmış istencin yetersiz istenç olarak somut belirlenmesi! Bizim gerçeksel filozofumuz, istenç soyut ve boş deyimi karşısında gerçekten öylesine uzaklaşmıştır ki bu istencin gerçek içeriği, belirlenimi onun için bir "üçüncü alan"dır. Ne olursa olsun, hak eşitliğinin bir ayrıklama içerdiğini saptamak zorundayız. Bu eşitlik, kendinin belirlenmesinde yetersiz kalmış bir istenç için geçerli olmaz. Yüzgeri Etme n° 1. 

Devam edelim: 

Hayvan ve insan bir kişi içinde karıştıkları zaman, tamamen insan bir ikinci kişi adına, davranış biçiminin, karşı karşıya sanki yalnızca insan kişiler varmış gibi olabilip olmayacağı sorulabilir. ... Öyleyse biri bir ölçüde hayvan niteliği taşıyan, ahlak bakımından eşitsiz iki insan varsayımımız, insan grupları içindeki ve bu gruplar arasındaki bir farka uygun olarak ortaya çıkabilen bütün ilişkilerin tipik temel biçimidir. 

Bu sıkıntılı kaçamakları izleyen ve bay Dühring'in insanal insanın, hayvansal insana ne ölçüde karışabileceğini, değişmez ahlaka hiçbir leke sürmeksizin ona karşı ne ölçüde güvensizlik, savaş kurnazlığı, sertlik araçları, hatta ürkü (terör) ya da hile kullanabileceğini kazüistik [38] gücüyle saptamak için bir cizvit papazı gibi çabaladığı içler acısı saldırıya kulak asıp asmamak, artık okura kalmış. 

Demek ki iki kişi "ahlak bakımından eşitsiz" oldukları zaman, eşitlik sona erer. Ama o zaman, birbirine tamamen eşit iki adam çağırmak gerçekten zahmete değmezdi, çünkü ahlak bakımından birbirine tamamen eşit iki kişi yoktur. Eşitsizlik, birinin insan kişi, oysa öbürünün hayvan cinsinden olmasına dayanmalıdır mı denecek? Ama insanın hayvan dünyasından gelmesi, insanın hayvandan hiçbir zaman tamamen kurtulamayacağı gerçeğini zaten içerir; öyleki hayvanlık ya da insanlık içinde az ya da çok, bir derece farkından başka hiçbir şey, hiçbir zaman sözkonusu olamaz. İnsanların, insan-insanlar ile hayvan-insanlar, iyiler ile kötüler, koyunlar ile tekeler gibi birbirinden kesinlikle ayrılmış iki grup biçimindeki bölünmesine, gerçeksel felsefe bir yana bırakılırsa, yalnızca ve yalnızca ayrımını yapmak için mantığı kendi yüce yargıcı durumuna getirecek denli ileri götüren hıristiyanlıkta rastlanır. Ama gerçeksel felsefede yüce yargıç kim olacak? İşlerin her halde yakınlarına, yani dinden olmayan tekelere karşı yüce yargıçlık görevlerini dindar koyunların, hem de bilinen başarıyla kendi üstlerine aldıkları hıristiyan pratiğinde olduğu gibi olması gerekecek. Bu bakıma gerçeksel filozoflar mezhebi, eğer bir kurulursa, bu barışçıllardan hiçbir şeyde geri kalmayacak. Ne var ki bu, bizi ilgisiz bırakabilir; bizi ilgilendiren şey, insanlar arasındaki ahlak eşitsizliğinden ötürü, eşitliğin yeni baştan bir hiçe indirgendiği itirafıdır. Yüzgeri Etme n° 2. 

Gene devam edelim: 

Eğer biri doğruluk ve bilime göre, ama öteki herhangi bir boşinan ya da önyargıya göre davranırsa, zorunlu ve normal olarak karşılıklı düzensizlikler meydana gelecektir. ... Yeteneksizliğin, kabalık ya da kötü ahlak eğiliminin belirli bir derecesinde, bundan her durumda bir çatışma doğacaktır. ... Kendileri için zor kullanılmasının son çare olduğu kimseler, yalnızca çocuklar ve deliler değildir. Kimi doğal grupların ve kimi uygarlık sınıflarının özyapısı, ahlak bozukluğu ile düşman bir duruma gelmiş istençlerinin egemenlik altına alınmasını, onu kolektif bağlara yeniden kavuşturmak ereğiyle önüne geçilmez bir zorunluluk durumuna getirebilir. Burada da başkasının istenci, eşit bir hakla donatılmış olarak düşünülür; ama zararlı bir düşman eyleminin ahlak bozukluğu yüzünden bir ödünlenmeye yolaçmıştır ve bu eylem, ona karşı zor kullandırdığı zaman, kendi öz haksızlığının tepkisinden başka bir şey elde etmez. 

Böylece iki istencin "tam eşitliği"ni ortadan kaldırmak ve uygar yırtıcı devletlerin, Rusların Türkistan'daki canavarlıklarına değin, [39] geri kalmış halklara karşı bütün alçaklıklarını doğrulayan bir ahlak kurmak için, yalnızca ahlak eşitsizliği değil ama entelektüel eşitsizlik de yeter. General Kaufmann 1873 yazında, Tatar Yamudlar aşiretine saldırdığı, çadırlarını yaktığı ve kadınları ile çocuklarını, buyruğun dediği gibi, "tam Kafkas usulü" kılıçtan geçirdiği zaman, o da Yamudların ahlak bozukluğu ile düşman durumuna gelmiş istençlerinin egemenlik altına alınmasının, onu kolektif bağlara yeniden kavuşturmak ereğiyle, önüne geçilmez bir zorunluluk durumuna gelmiş bulunduğu ve kullandığı araçların en uygun araçlar olduğu öne sürüyordu; ereği isteyen, araçları da ister. Ne var ki General Kaufmann yavuzluğu, üstelik Yamudlarla alay edecek ve ödünleme yapmak için onları öldürerek, onların istecine eşit hak sahibi olarak saygi gösterdiğini söyleyecek denli ileri götürmüyordu. Ve bir kez daha, bu çatışmada neyin boşinan, önyargı, kabalık, kötü ahlak eğilimi olduğuna ve ödünleme yapmak için zor kullanma ve egemenlik altına almanın zorunlu olduğu anın hangi an olduğuna karar verecek olanlar, seçkinlerdir, doğruluğa ve bilime göre hareket ettikleri kabul olunan kimseler, yani son çözümlemede gerçeksel filozoflardır. Demek ki eşitlik şimdi... zorla ödünlemedir ve eğer ikinci istenç birinci tarafından eşit hak sahibi olarak kabul ediliyorsa, bu iş egemenlik altına alma aracıyla olmaktadır. Bu kez, utanılacak bir kaçış biçiminde yozlaşmış bulunan Yüzgeri Etme n° 3. 

Ayraç arasında söyleyelim ki başkasının istencinin zorla ödünlemede hak bakımından eşit olarak düşünüldüğü yolundaki tümce, cezanın suçlunun hakkı olmasını isteyen teorinin bir bozulmasından başka bir şey değildir. 

Cezayı suçlunun öz hakkının zarfı olarak düşünmekle suçlu, akıllı varlık olarak onurlandırılıyor. (Hukuk Felsefesi, § 100, not.) 

Daha ileri gitmeyebiliriz. Bay Dühring'i o denli belitsel bir biçimde kurulmuş olan kendi eşitliğini, kendi evrensel insan egemenliğini vb. parça parça yıkma işinde daha çok izlemek; toplumunu topu topu iki insandan nasıl meydana getirdiğini ama —sorunu kısaca özetlemek için— bir üçüncü ortak olmaksızın, çoğunlukla hiçbir karar alınamayacağı ve bu kararlar olmaksızın, yani çoğunluğun azınlık üzerinde egemenliği olmaksızın hiçbir devlet varolamayacağı için, devlet kurma bakımından bir üçüncü insana nasıl gereksinme duyduğunu ve daha sonra güzel bir sabah ziyaret etmek onuruna erieşeğimiz geleceğin "sosyaliter” ("toplumcu”) devletini kurmak üzere nasıl yavaş yavaş daha dingin bir yola girdiğini gözlemlemek gereksiz. İki istencin tam eşitliğinin varlığını ancak bu iki istenç hiçbir şey istemedikleri sürece sürdürdüğünü; insan istençleri olarak insan istençleri olmaktan çıkar ve gerçek bireysel istençler, gerçek iki insanın istençleri durumuna dönüşür dönüşmez, eşitliğin de ortadan kalktığını ve bir yandan çocukluk, delilik, sözde hayvanlık, sözde boşinan, sözde önyargı, sözde yeteneksizliğin, öte yandan insanlığın doğruluk ve bilimin kavranmasına yatkınlık savının, yani iki istencin ve onlara eşlik eden zekaların niteliğindeki tüm farkın egemenlik altına almaya değin gidebilen bir eşitsizliği doğruladığını yeterince gördük: Bay Dühring'in kendi öz eşitlik yapısını tepeden tırnağa, böyle köklü bir biçimde yıktığını gördükten sonra, artık ne isteyebiliriz? 

Ama her ne denli bay Dühring'in eşitlik fikrini o yavan ve budalaca inceleme biçiminden kurtulmuş bulunuyorsak da, bu fikrin kendisinden ve oynadığı rolden; özellikle Rousseau'da oynadığı teorik, Fransız devriminde ve ondan sonra oynadığı pratik ve siyasal ve bugün de hemen bütün ülkelerin sosyalist hareketinde oynadığı önemli ajitasyon rolünden henüz kurtulmuş bulunmuyoruz. Bu fikrin bilimsel içeriğinin saptanması, onun proleter ajitasyon için değerini de belirleyecektir. 

Bütün insanların insan olarak ortak bir şeye sahip bulundukları ve bu ortak şey ölçüsünde eşit oldukları fikri, kuşkusuz dünya kadar eski bir fikirdir. Ama modern eşitlik istemi bundan adamakıllı farklıdır; istem, daha çok, bu insan olma ortak niteliğinden, insanların bu insan olarak eşitliğinden, bütün insanların, ya da en azından bir devletin bütün yurttaşlarının, bir toplumun bütün üyelerinin eşit bir siyasal ve toplumsal değere sahip olma hakkının çıkarılmasına dayanır. Bu ilk göreli eşitlik fikrinden, devlet ve toplum içinde bir hak eşitliği sonucunun çıkartılabilmesi için binlerce yıl geçmesi gerekti ve binlerce yıl geçti. En eski topluluklarda, ilkel ortakliklarda hak eşitliği, olsa olsa ortaklık üyeleri arasında sözkonusu olabiliyordu; kadınlar, köleler, yabancılar doğal olarak bu eşitlik dışında kalıyorlardı. Yunan ve Romalılarda insanlar arasındaki eşitsizlik, herhangi bir eşitlikten çok daha ağır basıyordu. Yunanlılar ile Barbarların, özgür insanlar ile kölelerin, yurttaşlar ile korunukların, Romalı yurttaşlar ile Roma uyruklarının (geniş bir deyim kullanmak gerekirse) eşit bir siyasal değer hakkına sahip olabilmeleri, eskilerin gözüne kesenkes delilik olarak görünürdü. Roma İmparatorluğu çağında bütün bu farklar, özgür insanlar ile köleler arasındaki fark dışında, yavaş yavaş ortadan kalktı; bundan, hiç olmazsa özgür insanlar için, üzerinde özel mülkiyete dayalı hukukun bildiğimiz en yetkin biçimi olan Roma hukukukun geliştiği o özel kişiler arasındaki eşitlik doğdu. Ama özgür insanlar ile köleler arasındaki karşıtlık varlığını sürdürdüğü sürece, genel insan eşitliğinden hukuksal sonuçlar çıkarmak sözkonusu olamazdı; bunu daha kısa bir süre önce Kuzey Amerika Birliğinin köleci devletlerinde gördük. Hıristiyanlık, bütün insanlar arasında yalnızca bir eşitlikten, kendi köleler ve ezilenler dini olma niteliğine tastamam uygun düşen eşit ilk günah eşitliğinden başka bir eşitlik tanımadı. Bunun yanısıra her ne denli en çok seçkinlerin eşitliği kabul ediliyorduysa da, bu eşitlik ancak ilk başlarda uygulandı. Gene yeni dinin ilk zamanlarında görülen mal ortaklığı izleri, gerçek eşitlik fikrinden çok, ezilenler arasındaki dayanışmaya bağlanabilir. Kısa sürede din adamları ile laikler arasında bir karşıtlığın saptanması, bu hıristiyan eşitliğinin ilk izlerine bile son verdi. — Batı Avrupa'nın Germenler tarafından istilası, yavaş yavaş o zamana değin benzeri görülmemiş bir karmaşıklığa sahip toplumsal ve siyasal bir aşama-sırası (hiyerarşi) kurulması nedeniyle, bütün eşitlik fikirlerini yüzyıllar için ortadan kaldırdı; ama aynı zamanda, bu istila Batı ve Orta Avrupa'yı tarih hareketi içine çekti, ilk kez olarak sıkışık bir uygarlık bölgesi ve bu bölge içinde ilk kez olarak birbirlerini etkileyen ve başarısızlıkta birbirlerine dayanan ve her şeyden önce ulusal nitelikte bir devletler sistemi yarattı. Böylece bu istila, üzerinde daha sonraki çağlarda insanların eşit değerinden, insan haklarından söz edilebildiği tek alanı hazırlıyordu. 

Ayrıca feodal ortaçağ, bağrında, gelişmesinin ilerlemesi içinde modern eşitlik isteminin temsilcisi olmaya aday sınıfı da geliştirdi: burjuvaziyi. Başlangıçta kendisi de feodal bir zümre (ordre) olan burjuvazi, 15. yüzyıl sonunda büyük deniz bulguları ona yeni ve daha geniş bir yaşam açtığı zaman, feodal toplum içindeki zanaatçı yönü ağır basan sanayi ve ürünlerin değişimini daha yüksek bir düzeye çıkarmıştı. O zamana değin yalnızca İtalya ile Doğu Akdeniz ülkeleri arasında yapılan Avrupa ötesi ticaret, şimdi Amerika ve Hindistan'a dek yayıldı ve kısa zamanda önem bakımından çeşitli Avrupa ülkeleri arasındaki değişimi olduğu denli, tek tek her ülkenin iç ticaretini de geçti. Amerika altın ve gümüşü Avrupa'ya aktı ve bir ayrıştırma öğesi olarak feodal toplumun bütün boşluk, yarık ve gözenekleri içinde girdi. Zanaatçı işletme, artık artan gereksinmelere yetmiyordu. En ileri ülkelerin yönetici sanayilerinde, zanaat sanayisinin yerini, yapımevi sanayisi (manüfaktür) aldı. 

Bununla birlikte toplumun ekonomik yaşam koşullarındaki bu güçlü devrim, siyasal yapısında buna uygun düşen bir değişiklikle hemen izlenmedi. Toplum gitgide daha burjuva bir duruma gelirken, devlet rejimi feodal kaldı. Büyük ticaret, yani özellikle uluslararası ve hele dünya ticareti, hareketlerinde engellerle karşılaşmayan, bir bakıma eşit haklara sahip, hiç değilse tek başına alınmış her yerde, hepsi için eşit bir hukuk temeli üzerinde değişim yapan özgür emtia sahiplerinin varlığını gerektirir. Zanaatçılıktan yapımevi sanayisine geçiş, emek-güçlerinin kiralanması için yapımcı ile sözleşme yapabilen ve buna dayanarak onun karşısına sözleşme yapan kişi niteliğiyle eşit haklarla çıkan belli bir sayıda özgür emekçinin de varlığını gerektirir — bir yandan lonca bağlarından, öte yandan da kendi emek-güçlerini kendi başlarına değerlendirme araçlarından özgür [yoksun] emekçilerin varlığını. Ensonu, genel olarak insan emeği oldukları için ve insan emeği olarak, bütün insan emeklerinin eşitlik ve eşit değeri, bilinçsiz ama en kesin dışavurumunu, modern burjuva iktisadının bir metaın değerinin o metaın içerdiği toplumsal bakımdan gerekli-emek aracıyla ölçülmesini isteyen değer yasasında bulur. [40] — Ama ekonomik ilişkilerin özgürlük ve hak eşitliği istediği yerde, siyasal rejim onların karşısına her adımda loncasal engeller ve ayrıcalıklar çıkartıyordu. Yerel ayrıcalıklar, farklılaştırılmış gümrükler, her türlü ayrım yasaları, ticaretlerinde yalnız yabancılar ya da sömürgelerde yaşayan halk için değil ama çoğu kez devlet uyrukları için de zararlı oluyordu; loncasal ayrıcalıklar, yapımevi sanayisinin gelişme yolunu keserek, her yerde varlığını sürdürüyordu. Burjuva rakipler için hiçbir yerde ne yol açık, ne de şanslar eşitti — ve bununla birlikte istemlerin en başta geleni ve kendini gitgide daha çok duyuranı da, işte buydu. 

Bu feodal eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla feodal engellerden kurtuluş ve hak eşitliğinin kurulması istemi, toplumun ekonomik gelişmesi tarafından bir kez gündeme konduktan sonra, kısa sürede daha geniş boyutlar kazanmaktan geri kalamazdı. Her ne denli bu istem, sanayi ve ticaret yararına ileri sürülüyorduysa da, aynı hak eşitliğinin tam bir toprak köleliğinden başlayarak köleliğin bütün derecelerinde, çalışma zamanlarının en büyük bölümünü karşılıksız olarak iyiliksever feodal beylerine ayırmak ve ayrıca ona ve devlete sayısız vergiler ödemek zorunda olan geniş köylüler yığını için istenmesi de gerekiyordu. Öte yandan feodal üstünlüklerin, soyluların vergi bağışıklığının, çeşitli zümrelerin siyasal ayrıcalıklarının ortadan kaldırılmasını istemekten de geri kalınamazdı. Ve artık Roma İmparatorluğunda olduğu gibi evrensel bir imparatorlukta değil ama birbiriyle eşitlik ilişkileri kurmuş ve burjuva gelişmenin aşağı yukarı eşit bir düzeyinde bulunan bağımsız bir devletler sistemi içinde yaşandığı için, bu istemin tek bir devletin sınırlarını aşan genel bir nitelik kazanması ve özgürlük ve eşitliğin insan hakları olarak ilan edilmesi gerektiği kendiliğinden anlaşılıyordu. Ama bununla birlikte, insan haklarını ilk tanıyan anayasa olan Amerikan anayasasının, Amerika'da yaşayan renkli insanların köleliğini bir solukta doğrulaması, bu insan haklarının özgül burjuva niteliğini açıkça gösteren bir şeydir: Sınıf ayrıcalıkları kaldırılmış, ırk ayrıcalıkları onaylanmıştır. 

Bununla birlikte bilinir ki burjuvazi, feodal burjuvazi krizalitinden çıktığı, ortaçağ zümresi (ordre) modern sınıf (classe) durumuna dönüştüğü andan başlayarak burjuvazinın gölgesi olan proletarya, ona durmadan ve kaçınılmaz bir biçimde eşlik edecektir. Ve aynı biçimde proleter eşitlik istemleri de burjuva eşitlik istemlerine eşlik edecektir. Sınıf ayrıcalıklarının kaldırılması burjuva isteminin ortaya konduğu andan başlayarak, bunun yanısıra sınıfların kendisinin kaldırılması proleter istemi, önce ilkel hıristiyanliğa dayanarak dinsel bir biçim altında, sonra burjuva eşitlik teorilerinin ta kendilerine dayanarak oraya çıkar. Proleterler, burjuvazinin eşitlik önerisini hemen benimserler: Ancak eşitlik yalnızca görünüşte, yalnızca devlet alanında değil, ekonomik ve toplumsal alanda da gerçek olarak kurulmalıdir. Ve özellikle Fransız burjuvazisinin Büyük devrimden başlayarak yurttaş eşitliğini birinci plana koymasından sonra Fransız proletaryası, ekonomik ve toplumsal eşitlik isteyerek, ona hemen yanıt verdi; eşitlik, Fransız proletaryasının özel savaş çığlığı durumuna geldi. 

Eşitlik istemi proletaryanın ağzında böylece ikili bir anlam taşır. Bu istem ya —ve özellikle ilk başta, örneğin Köylüler savaşında durum budur— apaçık toplumsal eşitsizliklere karşı zengin ile yoksul, efendi ile köle, harvurup harman savuranlar ile açlık çekenler arasındaki karşıtlığa karşı kendiliğinden bir tepkidir; böyle bir tepki olarak o, yalnızca devrimci içgüdünün dışavurumudur ve doğrulanmasını da burada —yalnızca burada— bulur. Ya da burjuva eşitlik istemine karşı, bu istemden az çok doğru ve daha ileri giden istemler çıkaran tepkiden doğmuş bulunan bu istem, işçileri kapitalistlere karşı, kapitalistlerin kendi savları yardımıyla ayaklandırmak için bir ajitasyon aracı hizmeti görür ve bu durumda bu istem, burjuva eşitliğin kendisiyle ayakta durur ve onunla birlikte yıkılır. Her iki durumda da proleter eşitlik isteminin gerçek içeriği, sınıfların kaldırılması istemidir. Bundan öte her eşitlik istemi, zorunlu olarak saçmadır. Bunun örneklerini verdik ve bay Dühring'in gelecek düşlemleri üzerinde duracağımiz zaman, yeterince başka örneklerini de bulacağız. 

Böylece eşitlik fikri, burjuva biçimi altında olduğu denli proleter biçimi altında da tarihin, yaratılması zorunlu olarak kendileri de daha önceki uzun bir tarihe dayanan belirli tarihsel ilişkiler gerektiren bir ürünüdür. Öyleyse her şey olabilir ama ölümsüz bir doğruluk olamaz. Ve eğer bugün, şu ya da bu anlamda, geniş halk yığınları için kendiliğinden anlaşılır bir şey ise, eğer Marks'ın dediği gibi "bir halk önyargısı sağlamlığına sahip bulunuyor” ise bu, onun belitsel doğruluğunun sonucu değil, 18. yüzyıl fikirlerinin evrensel yayılması ve sürüp giden güncelliğinin sonucudur. Öyleyse eğer bay Dühring, iki ünlü adamcağızını hemen eşitlik alanı üzerinde oynatabiliyorsa, bunun nedeni bu işin halk önyargısına çok doğal görünmesindendir. Ve gerçekte bay Dühring kendi felsefesini, bu felsefe ona çok doğal görünen şeylerden hareket ettiği için doğal olarak adlandırır. Ama bunlar ona neden doğal görünüyor? İşte kendine hiç sormadığı şey de bu. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.