"Basınç ve itiş mekaniğinden duyu ve düşüncelerin birleşmesine değin, araya katılan işIemlerin türdeş ve tek bir ıskalası uzanır."
Bu olumlama, dünyanın evrimini kendi-kendine özdeş duruma değin çıkarak izlemiş bulunan ve kendini öteki göksel cisimler üzerinde öylesine rahat duyan bir düşünür karşısında, istenen her şeyi bilmesi kendiğinden beklenebilmesine karşın bay Dühring'i, yaşamın kökeni üzerine daha çok söz etmekten kurtarıyor. Ne var ki, bu olumlama, Hegel'in daha önce anıştırmada bulunmuş olduğumuz ölçü ilişkileri düğüm çizgisi ile tamamlanmadığı sürece, ancak yarı yarıya doğrudur. Ne denli ilerleyici olursa olsun, bir hareket biçiminden bir başka hareket biçimine geçiş, her zaman bir sıçrama, her zaman kesin bir dönemeç olarak kalır. Göksel cisimler mekaniğinde, tek başına alınmış bir göksel cisim üzerindeki daha küçük yığınlar mekaniğine geçiş böyledir; yığınlar mekaniğinden ısı, ışık, elektrik, miknatıslık gibi asıl fizikte incelediğimiz hareketleri kapsayan moleküller mekaniğine geçiş de böyledir; moleküller fiziğinden atomlar fiziğine —kimyaya— geçiş de kesin bir sıçrama ile gerçekleşir ve bayağı kimyasal etkiden yaşam adını verdiğimiz albümin kimyacılığına geçiş konusunda bu, daha da böyledir. Yaşam küresi içinde sıçramalar gitgide daha seyrek ve gitgide daha farkedilmez bir durum alır. [26*] — Öyleyse bay Dübring'i düzeltme zorunda olan kişi, gene Hegel'den başkası değil.
Organik dünyaya kavramsal geçiş, bay Dühring'e ereklik (finalité) kavramı tarafından sağlanır. Bu da Mantık'ta —kavram öğretisi—, kimyasal dünyadan yaşama teleoloji ya da ereklik öğretisi aracıyla geçen Hegel'den alınmıştır. Nereye gözatarsak atalım, bay Dühring'de kendi öz köktenci derinlik bilimi hesabına en küçük bir sıkılma duymadan verdiği Hegel'in bir "kabalığı" ile karşılaşıyoruz. Erek ve araç fikirlerinin organik dünyaya uygulanmasının, burada ne ölçüde doğru ve yerinde bulunduğunu araştırmak çok uzağa sürüklenmek olur. Her halde Hegel'in "iç erek" fikrinin, yani doğaya güdekle (maksatla), örneğin Tanrı bilgeliği ile hareket eden bir dış güç tarafından sokulmayan ama şeyin kendi zorunluluğu içinde bulunan bir ereğin uygulanması, tam bir felsefi kültürü bulunmayan kişilerde sürekli olarak bilinçli ve güdekli bir eylemi hafife almaya yolaçar. Bir başkasındaki, en küçük "tinci" ("spiritistic") atılışın ahlaksal bir öfke uçurumuna attığı aynı bay Dühring, "içgüdü izlenimlerinin ... en başta işleyişIerine bağlı bulunan doyum bakımından meydana getirilmiş olduklarına kesinlikle" güvence verir. Bize zavallı doğanın, "ondan genellikle itiraf edilenden daha çok incelik isteyen" bir işi daha olduğunu hesaba katmaksızın, "nesnel dünyayı durmadan düzene sokma zorunda olduğunu" anlatır. Ama doğa şunu ya da bunu neden yarattığını bilmekle yetinmez her işe bakan hizmetçinin işlerini yapmakla yetinmez, bilinçli öznel düşüncedeki yetkinliğin daha şimdiden iyi bir derecesi olan inceliğe sahip bulunmakla yetinmez: Onun bir de istenci vardır; çünkü içgüdülere besinlerin özümlenmesi, dölverme vb. gerçek doğa koşullarını ikincil olarak yerine getirme hakkını vermek, "bizim tarafımızdan doğrudan doğruya değil ama yalnızca dolaylı bir biçimde istenmiş olarak düşünülmelidir". Böylece, işte bilinçli olarak hareket eden ve düşünen bir doğaya geldik, daha şimdiden, statikten dinamiğe değilse de hiç olmazsa kamutanrıcılıktan yaradancılığa[27*] götüren köprünün üzerinde bulunuyoruz. Yoksa bir kez için "doğa felsefesinde biraz yarı-şiir" söylemek bay Dühring'in hoşuna mı giderdi?
Olanaksız. Bizim gerçekçi filozofumuzun organik doğa üzerine söylemesini bildiği her şey, doğa felsefesinin bu yarı-şiirine karşı, "yüzeysel saçmalıkları ve deyim yerindeyse bilimsel yutturmacılıkları ile birlikte şarlatanlığa" karşı, darvinciliğin "kurgu (fiction) eğilimi"ne karşı savaşıma indirgenir.
Darwin'e yöneltilen en önemli eleştiri, Malthus'un nüfus teorisini iktisattan doğa bilimine aktarmak, hayvan yetiştiricisi fikirlerinin tutsağı kalmak, yaşama savaşımı ile bilimdışı yarı-şiir söylemektir; tüm darvincilik, Lamarck'tan alınan öğeler çıkarıldıktan sonra, yabanılın insanlığa karşı yöneltilmiş bir yüceltilmesinden başka bir şey değildir.
Darwin bilimsel gezilerden bitki ve hayvan türlerinin değişmez değil, değişir oldukları fikrini getirmişti. Ülkesinde bu fikri izlemeye devam etmek için hayvan ve bitki yetiştirme alanından daha iyisi yoktu. İngiltere, hayvan ve bitki yetiştirme alanının klasik toprağıdır; öteki ülkelerin, örneğin Almanya'nın elde ettiği sonuçlar, İngiltere'de bu bakımdan ulaşılmış olan sonuçlar üzerine bir fikir vermekten çok uzaktır. Öte yandan, başarıların çoğu son yüzyıl içinde gerçekleşmiştir, öyleki olguların saptanması pek güçlük göstermez. Darwin, bu yetiştirmenin aynı türden hayvanlar ve bitkiler arasında, yapay olarak, herkes tarafından farklı kabul edilen türler arasında görülenden daha büyük farklar meydana getirdiğini buldu. Böylece bir yandan türlerin belirli bir dereceye değin değişkenliği, öte yandan da farklı özgül niteliklere sahip organizmalar için ortak atalar olanağı tanıtlanmış bulunuyordu. O zaman Darwin doğada, yetiştiricinin bilinçli niyeti olmaksızın, uzun sürede canlı organizmalar üzerinde yapay yetiştirmeninkine benzer dönüşümler meydana getiren nedenlerin bulunup bulunmadığını araştırdı. Bu nedenleri, doğa tarafından yaratılan tohumların çok büyük sayısı ile olgunluğa gerçekten erişen organizmaların küçük sayısı arsındaki oransızlıkta buldu. Ama her tohum gelişmeye yöneldiğinden, bundan zorunlu olarak, yalnızca dövüşmek ve yemek gibi dolaysız, fizik eylem olarak değil ama hatta bitkilerde bile yer ve ışık için savaşım olarak, bir yaşama savaşımı çıkar. Ve bu savaşımda olgunluğa ulaşma ve çoğalma şansına en çok sahip bulunan bireylerin, ne denli önemsiz olursa olsun ama yaşama savaşımında üstünlük sağlayan bir bireysel özelliğe sahip bireyler oldukları da açıktır. [28*] Bu bireysel özellikler, daha sonra kalıtımla geçme ve eğer aynı türden birçok bireyde kendilerini gösteriyorlarsa, birikmiş kalıtım aracıyla bir kez tutmuş bulundukları yönde güçlenme eğilimi gösterirler; oysa bu özelliklere sahip bulunmayan bireyler, yaşama savaşımında daha kolay yenilir ve yavaş yavaş ortadan kalkarlar. Bir tür doğal seçme ile, en elverişlilerin yaşaması ile, işte bu biçimde dönüşür.
Bu darvinci teoriye karşı bay Dühring, yaşama savaşımı fikrinin kökenini, Darwin'in de itiraf etmiş olduğu gibi nüfus teorisyeni, iktisatçı Malthus'un fikirlerinin bir genelleştirilmesinde aramak gerektiğini ve bunun sonucu bu teorinin, Malthus'un nüfus çokluğu üzerindeki papazca görüşlerine özgü bütün kusurlarla sakatlanmış olduğunu söyler. — Gerçekte, yaşama savaşımı fikrinin kökenini Malthus'da aramak gerektiğini söylemek, Darwin'in aklına bile gelmez. O yalnızca, kendi yaşama savaşımı teorisinin, hayvan ve bitki dünyasının tümüne uygulanmış Malthus teorisi olduğunu söyler. Malthus teorisini, ona daha yakından bakmaksızın, kendi bönlüğü içinde kabul etmekle Darwin'in göstermiş bulunduğu düşüncesizlik ne denli büyük olursa olsun, gene de herkes, doğadaki yaşama savaşımını —doğanın savurganlıkla ürettiği tohumların sayısız niceliği ile sonunda olgunluğa varabilen tohumların son derece küçük sayısı arasındaki çelişkiyi; gerçekte, büyük bölümü bakımından bazan son derece kıyıcı bir yaşama savaşımı içinde gözülen çelişkiyi— ayırdetmek için, Malthus'un gözlüğüne gereksinme olmadığını daha ilk bakışta görür. Ve ücret yasası, Ricardo'nun bu yasayı dayandırdığı maltusçu kanıtların unutulmasından sonra nasıl uzun süre değerini koruduysa, yaşama savaşımı da, hatta en küçük maltusçu yorum olmaksızın, doğada tıpkı öyle varolabilir. Ayrıca doğa organizmalarında, deyim yerindeyse irdelenmemiş ama saptanması türlerin evrimi bakımından büyük bir önem taşıyacak kendi nüfus yasaları vardır. [29*] Ve bu yöndeki kesin atılımı kim yaptı? Darwin'den başka kimse.
Bay Dühring sorunun bu olumlu yönüne yanaşmaktan iyice kaçınır. Bunun yerine, yaşama savaşımının durmadan ısıtılıp ısıtılıip önümüze konması gerekir. Bilinçten yoksun otlarla barışçıl otoburlar arasında bir yaşama savaşımı, der, a priori sözkonusu olamaz.
Yaşama savaşımı, belgin ve belirli anlamda, hayvanlar bir kurbanı yırtıp parçalayarak beslendikleri ölçüde, ancak yabanıl dünyada görülür.
Ve yaşama savaşımı bir kez bu dar sınırlara indirgendikten sonra bay Dühring gene kendisi tarafından hayvanlıkla sınırlandırılmış bu kavramın hayvanlığına karşı ağzına geleni söyleyebilir. Ama bu ahlaksal öfkenin tek hedefi, bay Dühring'in ta kendisidir, çünkü bu biçimde kısıtlanmış yaşama savaşımının tek yaratıcısı, dolayısıyla da tek sorumlusu, odur. Öyleyse, "tüm doğa eyleminin yasalarını ve kavranışını hayvanlar dünyasında arayan" Darwin değildir —Darwin tüm organik doğayı savaşım içinde toplamamış mıydı?— ama bay Dühring'in kendi imalatından düşsel bir umacıdır. Ayrıca, "yaşama savaşımı" adı, bay Dühring'in ultramoral öfkesine seve seve bırakılabilir. [30*] Şeyin bitkiler arasında da varolduğunu ise her otlak, her buğday tarlası, her orman ona tanıtlayabilir ve önemli olan ad değildir, önemli olan bunun "yaşama savaşımı" olarak mı, yoksa "varlık koşulları ve mekanik etkilerin yokluğu" olarak mı adlandırması gerektiğini bilmek değildir, önemli olan şudur: Bu olgu, türlerin korunması ya da değişmesi üzerinde nasıl etkili olur? Bu nokta üzerinde bay Dühring, dikkafalıca kendi-kendine özdeş bir susku içinde kalmakta devam eder. Öyleyse şimdilik doğal seçme ile yetinmek gerekecek.
Ama darvincilik, "dönüşümlerini ve farklılaştırmalarını hiçlikten üretir". Gerçi doğal seçmeyi incelediği yerde Darwin, çeşitli bireylerde değişikliklere yolaçmış bulunan nedenleri bir yana bırakır ve önce bu bireysel sapaklıkların (anomalilerin), yavaş yavaş bir soyun, bir çeşit ya da bir türün ayırdedici özellikleri durumuna gelme biçimini inceler. Darwin için en başta önemli olan, şimdiye değin ya hiç bilinmeyen ya da yalnızca çok genel bir biçimde gösterilebilen bu nedenleri bulmaktan çok, bu nedenlerin sonuçlarının içinde saptandığı, sürekli bir anlam kazandığı ussal bir biçim bulmaktır. Darwin'in bunu yaparken, bulgusuna ölçüsüz bir etki alanı tanıması, bunu türlerin değişmesinin tek nedeni durumuna getirmesi ve yinelenen bireysel değişikliklerin içinde genelleştikleri biçimi gözönünde tuta tuta, bu değişikliklerin nedenlerini savsaklamış olmasına gelince bu, onun gerçek bir ilerleme yapan kimselerin çoğu ile ortaklaşa sahip olduğu bir kusurdur. Üstelik eğer Darwin, kendi bireysel dönüşümlerini bu işte yalnızca "hayvan yetiştiricinin bilgeliği"ni kullanarak, hiçlikten başlayarak üretiyorsa, hayvan yetiştiricinin yalnızca kendi kafasında değil ama gerçeklikte bulunan kendi hayvan ve bitki biçimleri dönüşümlerinin de hiçlikten başlayarak meydana gelmiş olması gerekir. Ama bu dönüşüm ve farklılaştırmaların asıl kökeni üzerindeki araştırmalara atılım veren kişi, gene de Darwin'den başka kimse değildir.
Kısa bir süre önce, özellikle Haeckel sayesinde, doğal seçme fikri genişletilmiş ve türlerin değişimi de, uyma (adaptation) sürecin değişen, kalıtım (hérédité) koruyan yönü olarak düşünülmek üzere, uyma ve kalıtımın karşılıklı etkileri sonucu olarak tasarlanmıştı. Ama bu da bay Dühring'in hoşuna gitmez.
"Doğa tarafından sunulan ya da esirgenen yaşama koşullarına asıl uyma, fikirlere göre belirlenen içgüdü ve eylemleri öngerektirir. Yoksa, uyma bir görünüş olarak kalır ve o zaman işe karışan nedensellik, fizik dünya, kimyasal dünya ya da bitki fizyolojisi aşağı derecelerinin üstüne çıkmaz."
İşte bay Dühring'i kızdıran gene ad. Ama sürece verdiği ad ne olursa olsun, önemli olan bu süreçlerin organizma türlerinde değişikliklere yolaçıp açmadıklarını bilmektir. Ve gene bay Dühring yanıt vermez.
"Eğer bir bitki büyümesinde, en çok ışık aldığı yönü tutuyorsa, bu uyarı etkisi, fiziksel güçlerle kimyasal etkenlerin bir bağdaşımından başka bir şey değildir ve eğer burada, eğretileme yoluyla değil ama gerçek anlamda bir uymadan sözedilmek istenirse bu, kavramlar içine zorunlu olarak tinci (spiritistic) bir karışıklık sokmak olur.
Doğanın hangi istek etkisiyle şunu ya da bunu yaptığını tastamam bilen, doğanın inceliğinden hatta istencinden sözeden adamın, başkası karşısındaki sertliği işte böyle! Gerçekten tinci bir karışıklık, — ama kimde? Haeckel'de mi, yoksa bay Dühring'de mi?
Ve yalnızca tinci değil, aynı zamanda mantıksal karışıklık. Doğada erek kavramını üste çıkarmak için bay Dühring'in bütün gücüyle direndiğini gördük: "Araç ve erek ilişkisi, hiçbir zaman bilinçli bir güdek öngerektirmez." Oysa kendisine karşı o denli öfkelendiği o bilinçli güdek olmaksızın, tasarımlar aracılığı olmaksızın uyma, bir ereğe yönelen bu aynı bilinçsiz eylemden başka nedir?
Demek ki eğer benekli elmalar ve yaprak yiyen böcekler yeşil, göl hayvanlan kum-sarısı ve kutup hayvanları çoğunlukla kar gibi beyazsalar, kuşkusuz bu renkleri bile-isteye ya da bazı tasarılara göre almamışlardır; tersine, bu renkler ancak fiziksel güçler ve kimyasal etkenlerle açıklanabilirler. Ve bununla birlikte, bu renkler aracıyla onları düşmanları için çok daha az görünür kılacak biçimde, içinde yaşadıkları ortama uymuş bulunan bu hayvanların bir ereğe bağlı oldukları da yadsınamaz. Aynı biçimde, bazı bitkilerin üzerlerine konan böcekleri yakalayıp yoğalttıkları organlar bu işe uydurulmuşlar, hem de sistematik olarak uydurulmuşlardır. Eğer şimdi bay Dühring, uymanın zorunlu olarak tasarımların sonucu olması gerektiğini savunmakta direnirse, bir ereğe yönelen eylemin tasarımlar aracılığıyla yapılması, bilinçli, güdekli olması gerektiğini bir başka biçimde söylemiş olmaktan başka bir şey yapmaz. Bu da bizi, bir kez daha, gerçekçi felsefede adet olduğu üzre, erekliğe düşkün yaratıcıya, Tanrıya götürür.
"Vaktiyle böyle bir yola yaradancılık denir ve pek öyle bir değer verilmezdi [der bay Dühring]. Ama şimdi, bu bakımdan da tersine gidilmiş gibi görünüyor."
Uymadan kalıtıma geçiyoruz. Bay Dühring'e göre darvincilik, buradada büsbütün yanlış yolda. Tüm organik dünya sözde Darwin'in savına göre ilkel bir varlıktan gelir, deyim yerindeyse tek bir varlığın soyudur. Sözde ona göre, doğanın aynı türden ürünlerinin, döl-döş aracılığı olmaksızın, bağımsız birlikte-yaşamaları kesinlikle sözkonusu değildir ve bu nedenle, gerilek görüşleriyle birlikte, üreme ya da herhangi bir başka çoğalma zincirinin parmakları arasında koptuğu yerde, hemen sıfırı tüketecektir.
Darwin'in bugünkü organizmaların hepsini tek bir ilk varlıktan çıkardığı olumlaması, kibarca söylemek gerekirse, bay Dühring'in "özgür bir yaratı ve kuruntusu"dur. Darwin, Türlerin Kökeni'nin 6. baskısı, sondan bir önceki sayfasında, "Bütün organizmaları özel yaratıklar olarak değil de yaşamış birkaç canlının doğrudan doğruya dölleri olarak"[31*] düşündüğünü açıkça söyler.
Ve Haeckel daha da ileri gider ve "bitkiler dünyası için tamamen bağımsız bir soy-başı, hayvanlar alemi için bir başka soy-başı, [ve bu ikisi arasında], herbiri hayvanla bitki arası özel bir tek hücreli yaratık tipinden başlayarak tamamen bağımsız bir biçimde gelişmiş bulunan belirli sayıda bir yalıtık tekhücreliler soy-başı"[32*] kabul eder.
Bu ilk varlık bay Dühring tarafından, yalnızca onu ilk Yahudi Adem ile karşılaştırma aracıyla gözden düşürmek için türetilmiştir; ama başına —bay Dühring'in başına demek istiyorum—, Smith'in Asurlular üzerindeki bulgularının, bu ilk Yahudide ilk Saminin krizalitini gösterdiğini; Kutsal Kitaptaki tüm yaratış ve tufan öyküsünün, eski paganizmin, Yahudilerin Babilliler, Kaldeliler ve Asurlular ile birlikte ortaklaşa sahip bulundukları dinsel söylenceler kolunun bir parçası olarak ortaya çıktığını bilmemek gibi bir mutsuzluk gelir.
Soysop zinciri parmakları arasında kopar kopmaz sıfırı tükettiğini söylemek, kuşkusuz, Darwin'e ağır ama çürütülemez bir eleştiride bulunmaktır. Ne yazık ki doğa bilimimizin tümü, bu eleştiriye layıktır. Soysop zincirinin elleri arasında koptuğu yerde, doğa bilimi "sıfırı tüketmiş" demektir. Doğa-bilimi şimdiye değin, soysop zinciri olmadan organik varlıklar meydana getirmesini beceremedi; hatta kimyasal öğelerden yola çıkarak yalın protoplazma ya da öbür albüminli cisimleri bile yapamadı. Yaşamın kökeni üzerine, şimdiye değin kesinlikle ancak bir şeyi: Onun mutlak olarak kimyasal yoldan meydana gelmiş olduğu söyleyebildi. Ama doğanın kendi aralarında soysop ile bağlı olmayan, özerklik durumunda yanyana konmuş ürünlerine sahip bulunduğuna göre, belki gerçek felsefesi burada yardımımıza gelecek durumdadır. Bu ürünler nasıl doğabildi? Kendiliğinden üreme ile mi? Ama şimdiye değin, kendiliğinden üremenin en gözüpek savunucuları bile, bu yoldan böceklerin, balıkların, kuşların ya da memelilerin değil, ancak bakterilerin, mantar tohumlarının ve öteki çok ilkel organizmaların meydana geldiklerini ileri sürmüşlerdir. Öyleyse, eğer bu aynı türden doğa ürünleri —elbette burada yalnızca kendilerinin sözkonusu olduğu organik ürünler—, kendileri arasında soysop ile birbirlerine bağlı değilseler, kendilerinin ya da atalarından herbirinin, "soysop zincirinin koptuğu" yerde, dünyaya özel bir yaratma eylemi aracıyla getirilmiş olmaları gerekir. İşte gene yaratıcıya ve yaradancılık denilen şeye dönmüş bulunuyoruz.
Ayrıca bay Dühring, "özgülüklerin (propriété) cinsel bağdaşımı yalın eylemini, bu özgülüklerin oluşumunun temel ilkesi" durumuna getiren Darwin'in çok yüzeysel bir duruma düştüğünü ileri sürer. İşte bizim derin filozofumuzun yeni bir özgür yaratı ve kuruntusu daha. Tersine Darwin, kesin olarak şöyle der: Doğal seçme deyimi yalnızca değişikliklerin korunmasını içerir, meydana getirilmesini içermez (s. 63). Ama Darwin'e hiçbir zaman söylemediği şeyleri söyletmek yolunda bu yeni girişim, daha sonra gelen fikirlerin tüm dühringasa derinliğini kavramamıza yardım eder:
Eğer üremenin iç şematizminde herhangi bir bağımsız dönüşüm ilkesi aranmış olsaydı, bu fikir büsbütün ussal olurdu; çünkü evrensel oluşum ilkesi ile cinsel dölverme ilkesini bir araya getirmek ve kendiliğinden denilen üremeyi, üremenin mutlak karşıtı olarak değil, ama bal gibi bir üretim olarak daha yüksek bir görüşle dikkate almak doğal bir fikirdir.
Ve bu saçmasapan ve anlaşılmaz sözleri kaleme alabilen adam, Hegel'in "jargon"una dil uzatmaktan sıkılmaz!
Ama bay Dübring'in doğa biliminin Darwin teorisinin atılımına borçlu olduğu büyük gelişmesi karşısında duyduğu cansıkıntısını yatıştırmaya yarayan suçlamalar ile tatsız ve çelişik mızıkçılıklar artık yeter. Ne Darwin, ne de onun bilginler arasındaki yandaşları, Lamarck'ın büyük başarılarını herhangi bir biçimde küçümsemeyi düşünürler; bu başarıları ilk övenler, onlar olmuştur. Ama Lamarck zamanında bilimin, türlerin kökeni sorununa hemen hemen kehanet niteliğindeki öncelemelerden başka bir yanıt verebilmek için yeterli gerece sahip olmaktan uzak bulunduğunu da gözden yitirmemek gerekir. O zamandan beri betimli ve anatomik botanik ve zooloji alanında birikmiş engin gereç bir yana, Lamarck'tan sonra burada büyük bir önemi olan yepyeni iki bilimin ortaya çıktığı görüldü: Bitki ve hayvan tohumlarının gelişmesinin incelenmesi (embriyoloji) ile yerkabuğunun çeşitli katmanları içinde kalmiş organik kalıntıların incelenmesi (paleontoloji). Gerçekten, organik tohumları yetişkin organizmalar durumuna dönüştüren kerteli gelişme ile dünya tarihinde birbiri arkasına gelen bitkiler ve hayvanlar sırası arasında şaşılacak bir uygunluk bulunur. Ve evrim teorisine en güvenilir temeli veren de, işte bu uygunluğun ta kendisidir. Ama evrim teorisinin kendisi henüz çok gençtir ve gelecekteki araştırmaların, türlerin evrimi üzerindeki bugünkü fikirleri, hatta sıkı sıkıya darvinci fikirleri adamakıllı değiştireceğinden kuşku duyulmaz.
Ve şimdi, organik yaşamın evrimi üzerine gerçek felsefesi olumlu olarak bize ne söyleyebilir?
"Türlerin değişkenliği, kabul edilebilir bir varsayımdır." Ama bunun yanında, "döl-döş aracılığı olmaksızın, aynı türden doğa ürünlerinin özerkli yanyana gelişini" de kabul etmek gerekir. Bunun sonucu, aynı türden olmayan doğa ürünlerinin, yani değişken türlerin birbirlerinden geldiklerini, oysa aynı türden doğa ürünlerinde durumun böyle olmadığını düşünmek gerekirdi. Bununla birlikte, bu da tamamen doğru değil; çünkü hatta değişken türlerde bile, "döl-döş aracıyla dolayım, tersine, doğanın ancak tamamen ikincil bir eylemi olabilir". Öyleyse, gene de döl-döş, ama "ikinci sınıf". Bay Dühring döl-döş üzerine o denli kötü ve o denli karanlık şeyler söyledikten sonra, onun arka kapıdan da olsa kabul edildiğini görmekle kendimizi mutlu sayalım. Doğal seçme için de durum aynı; çünkü doğal seçmenin sayesinde gerçekleştiği yaşama savaşımı konusunda onca sağtörel öfkeden sonra, bize birdenbire şöyle denir:
"Varlıklar doğasının derinleştirilmiş nedeni, yaşama koşulları ve acunsal (kozmik) ilişkilerde aranmalıdır, oysa Darwin'in üzerini vurguladığı doğal seçme ancak ikincil olarak sözkonusu edilebilir."
Öyleyse, gene de doğal seçme, ikinci sınıf da olsa; öyleyse, doğal seçme ile birlikte yaşama savaşımı ve daha sonra Malthus'un papazca teorisine göre, nüfus fazlalığı! Hepsi bu: Geri kalanı için bay Dühring, bizi Lamarck'a gönderir.
Son olarak, başkalaşma (métamorphose) ve evrim (évolution) sözcüklerinin kötü kullanılmasına karşı bay Dühring bizi uyarır. Başkalaşma, açık olmayan bir kavrammış ve evrim kavramı da ancak evrim yasaları gerçekten ortaya konabildikleri ölçüde kabul edilebilirmiş. Onların her ikisi yerine de "bileşim" (composition) demeliymişiz, ve o zaman her şey iyi gidecekmiş. Hep aynı öykü: şeyler ne idiyseler o kalırlar ve biz yalnızca adları değiştirir değiştirmez, bay Dühring zevkten dörtköşe olur. Civcivin yumurta içindeki gelişmesinden söz ettiğimiz zaman bir karışıklık yapıyoruz, çünkü biz evrim yasalarını ancak yetersiz bir biçimde tanıtlayabiliriz. Ama eğer civcivin bileşiminden söz edersek, her şey aydınlanır. Öyleyse, artık: "Bu çocuk parlak bir şekilde gelişiyor" değil, ama: "Üstün bir şekilde bileşiyor" diyeceğiz. Yalnızca kendisine karşı duyduğu soylu saygı ile değil ama geleceğin kompozitörü olma niteliği ile de Nibelungenler Yüzüğü[33*] yaratıcısının yanındaki yerini gereğince almasından ötürü, bay Dühring'i kutlayabiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.