3 Ocak 2014 Cuma

İKİNCİ KISIM - SEKİZİNCİ BÖLÜM - SERMAYE VE ARTI-DEĞER (SON)

Bay Marks'ın fikrince ücret, işçinin kendi öz varoluşunu olanaklı kılmak için gerçekten işbaşında bulunduğu o emek-zamanının ödenmesinden başka bir şey değildir. Oysa bunun için çok az sayıda saat yeter; çoğu kez uzun olan işgününün tüm geri kalanı, yazarımızın 'artı-değer' adını verdiği ve konuşma dilinde sermaye kazancı denilen şeyi içeren bir artık (fazlalık) sağlar. Üretimin her düzeyinde üretim araçları ve gerekli hammaddelerde daha önce cisimleşmiş bulunan emek-zamanı bir yana bırakılırsa, işgününün bu artık bölümü kapitalist patronun payıdır. Öyleyse işgününün uzaması, kapitalist yararına arı bir zorla-alma kazancıdır. 

Bay Dühring'e göre demek Marks'ın artı-değeri, konuşma dilinde sermaye kazancı ya da kâr denilen şeyden başka bir şey değilmiş. Marks'ın kendisini dinleyelim. Kapital'in 195. sayfası, artı-değer, bu terimden sonra ayraç içine alınmış şu sözcüklerle açıklanır: "Faiz, kâr, rant."[29*] Sayfa 210, Marks 71 şilinlik bir artı-değer tutarının çeşitli bölüşüm biçimleri altında göründüğü bir örnek verir: Öşür (dimes), yerel vergiler ve devlet vergileri 21 şilin, toprak rantı 28 şilin, çiftçi kârı ve faiz 22 şilin, toplam artı-değer 71 şilin.[30*] — Sayfa 542, Marks Ricardo'da "artı-değerin arı durumda, yani kâr, toprak rantı vb. gibi özel biçimlerinden bağımsız olarak düşünülmemesi"nin ve bunun sonucu Ricardo'nun artı-değer oranı yasalarını kâr oranı yasaları ile doğrudan doğruya karıştırmasının büyük bir kusur olduğunu bildirir; buna karşılık Marks şunu duyurur: 

III. Ktapta [ciltte], belli bir artı-değer oranı ile çeşitli kâr oranlarını elde edebileceğimizi ve belli koşullar altında geşitli artı-değer oranlarının, tek bir kâr oranında ifadelerini bulabileceğini göstereceğim.[31*] 

Sayfa 587'de şöyle der: 

Artı-değer üreten, yani ödenmemiş ve metalar içinde yoğunlaşmış emeği işçiden doğrudan doğruya koparıp alan kapitalist, aslında bu artı-değerin ilk sahibi olmakla birlikte, hiçbir zaman onun son sahibi değildir. O bunu, toplumsal üretim sürecinin bütünü içinde başka görevleri yerine getiren başka kapitalistlerle, toprak sahipleriyle vb. ikinci dereceden paylaşma durumundadır. Artı-değer bu nedenle çeşitli bölümlere, çeşitli kategorilere ayrılan kimselere giden ve sinai kâr, faiz, tüccar kârı, toprak rantı vb. gibi birbirinden bağımsız farklı biçimler alan çeşitli parçalara ayrılır. Artı-değerin bu dönüşmüş biçimlerini ancak üçüncü kitapta [ciltte] ele alabileceğiz.[32*] 

Ve daha birçok parçada aynı şey. 

İnsan, düşüncesini bundan daha açık anlatamaz. Her firsatta Marks, kendi artı-değerinin kâr ya da sermaye kazancı ile kesinlikle karıştırılmaması gerektiği, kâr ya da sermaye kazancının daha çok artı-değerin bir çeşidi ve çoğu kez yalnızca bir parçası olduğu gerçeğine dikkati çeker. Eğer gene de bay Dühiing, Marks'ın artı-değerinin "konuşma dilinde sermayenin kazancı" olduğunu ileri sürüyorsa, eğer Marks'ın bütün kitabının artı-değer yöresinde döndüğü kuşku götürmez bir şeyse, iki şeyden biri: Ya bay.Dühring bu kitap hakkında bilgiye sahip değil ve o zaman özsel içeriği bilinmeyen bir kitabin iler tutar bir yerini bırakmamak için görülmemiş bir utanmazlık gerek; ya da bilgi sahibi ve o zaman bile bile bir çarpıtma yapıyor. 

Daha ilerde: 

Bay Marks'ın bu zorla-alma girişiminin betimlenmesine eşlik ettiği zehirli kin çok anlaşılır bir şey. Ama kendini marksist artı-değer öğretisinde dışavuran bu teorik tutum kabul edilmeksizin de ücretlilik üzerine kurulu ekonomik biçimin sömürü niteliği konusunda daha zorlu bir öfke ve daha eksiksiz. bir bilgi olanaklıdır. 

Marks'ın iyi niyetli ama yanlış teorik tutumu, onda zorla-alma girişimine karşı zehirli bir kin uyandırıyor; aslında ahlaksal olan duygu, bu yanlış "teorik tutum" sonucu ahlakdışı bir anlam kazanıyor; kendini iğrenç kin ve aşağılık kızgınlık biçimi altında gösteriyor, oysa en kesin bilimin son sözü, kendini bay Dühring'de, hatta biçim bakımından bile ahlaksal ve üstelik zehirli kinden de nicel bakımdan daha üstün olan bir öfke, daha zorlu bir öfke içinde daha az soylu olmayan nitelikte ahlaksal bir öfke içinde gösterir. bay Dühring kendi kendine bu kağıt helvasını verirken, bakalım bu daha zorlu öfke nerden geliyor. 

Gerçekten, der bay Dühring, daha sonra, ortaya rakip patronların doğal üretim giderlerinden daha önce sözünü etmiş bulunduğumuz çalışma saatleri fazlalığı oranının belirttiği ölçüde yüksek olan ve o düzeyde, emeğin tüm ürününü ve böylece artı-ürünü de sürekli olarak nasıl gerçekleştirebildiklerini (paraya çevirebildiklerini) bilmek sorunu çıkar. Marks'ın öğretisinde ve bu öğretide bu sorunu ortaya atmak için yer olmaması gibi yalın bir nedenle, bunun yanıtı bulunmaz. Ücretli emek üzerine kurulu üretimin lüks niteliği ciddi olarak hiç dikkate alınmamış ve halk sömürücüsü konumları ile birlikte toplumsal yapılış hiçbir zaman beyaz köle ticaretinin son nedeni olarak kabul edilmemiştir. Tersine, siyasal-toplumsal öğe, açıklamasını her zaman iktisat içinde bulmak zorundadır. 

Yukarda aktarılan parçalarda görmüş bulunuyoruz ki Marks, hiçbir zaman artı-ürünün, onu kendine ilk maleden kişi olan sanayici kapitalist tarafından, bay Dühring'in burada varsaydığı gibi, her zaman ortalama olarak kendi tam değeri üzerinden satılmış olduğunu ileri sürmez. Marks, tecimsel kazancın da artı-değerin bir parçasını oluşturduğunu açıkça söyler ve bu da, sözkonusu varsayımda, ancak sanayici ürününü tüccara değerin altında satar ve böylece ona bir ganimet parçası bırakırsa olanaklıdır. Sorunun burada konduğu biçimde, Marks'ta bu sorunu koyacak yer elbette bulunamazdı. Ussal biçimde konunca, sorun şöyle formüle edilir: Artı-değer kâr, faiz, tecimsel kazanç, toprak rantı vb. gibi çeşitlerine nasıl dönüşür? Ve gerçekte Marks, bu sorunu üçüncü kitapta çözmeyi vaat eder. Ama eğer bay Dühringin Kapital'in ikinci cildinin yayınlanmasını beklemeye sabrıı yoksa, bu arada birinci cilde biraz daha yakından bakabilirdi. Daha önce aktarılan parçalar dışında, bu durumda örneğin 323. sayfada,[33*] Marks'a göre kapitalist üretime özgü yasaların, sermayelerin dış hareketinde rekabetin zorlayıcı yasaları değerini kazandıklarını ve bu biçim altında kendilerini kapitalistlere işlemlerinin dürtüleri olarak kabul ettirdiklerini; o halde, tıpkı gök cisimlerinin görünürdeki hareketinin ancak onların duyularla algılanamayan gerçek hareketlerini bilen biri için anlaşılır olması gibi, rekabetin bilimsel bir çözümlemesinin de sermayenin iç özlüğünün çözümlemesini öngerektirdiğini, bu konuda Marks'ın bir örnek aracıyla belirli bir yasanın, değer yasasının, belirli bir durumda kendini rekabet içinde nasıl gösterip nasıl bir itici güç rolü oynadığını gösterdiğini okuyabilirdi. Bay Dühring bundan, rekabetin artı-değerin bölüşülmesinde çok önemli bir rol oynadığı sonucunu çıkartabilirdi, ve biraz düşünmek koşuluyla, birinci ciltte verilmiş bulunan bu bilgiler, artı-değerin kendi çeşitleri biçimine dönüşümünün, hiç değilse ana çizgileri içinde, anlaşılması için yeter. 

Bununla birlikte, bay Dühring'e göre, rekabet, sorunun anlaşılması için kesin bir engeldir. Rakip patronların, doğal üretim giderlerinden öylesine yüksek bir düzeyde çalışmanın tam ürününü, ve böylece, artı-ürünü, sürekli olarak, nasıl gerçekleştirdiklerini (satıp paraya çevirdiklerini) tasarlayamaz. Burada, düşüncesini, bir kez daha, aslında çapaçulluktan başka bir şey olmayan o bilinen "kesinlik"i ile dışavurur. Artı-ürünün, artı-ürün olarak, Marks'ta hiç bir üretim gideri yoktur, bu, ürünün kapitaliste hiç bir şeye malolmayan parçasıdır. Yani eğer rakip patronlar, artı-ürünü, kendi doğal üretim giderleri üzerinden gerçekleştirmek isteselerdi, bunları armağan etmeleri gerekirdi. Ama bu "mikrolojik ayrıntılar" üzerinde durmayalım. Rakip patronlar, aslında, her gün emek ürününü doğal üretim giderleri üzerinde gerçekleştirmezler mi? Bay Dühring'e göre, doğal üretim giderleri, "emek ya da güç harcamasından oluşur, ve bu da son temel öğelerine değin beslenme harcaması ile ölçülebilir"; yani, bugünkü toplumda, elde kılıç zorla koparılan "haraç", kâr, fiyat yükselişinden farklı olarak, gerçekten yapılan hammadde, iş aracı ve ücret harcamalarından oluşurlar. Nedır ki, yaşadığımız toplumda, patronların, metalarını doğal üretim maliyeti üzerinden gerçekleştirmediklerini, ama hesaplarında, ona, sözümona pahalanmayı, kârı eklediklerini, ve genel kural olarak da, bunu cebe indirdiklerini herkes bilir. Müteveffa Josué'nin Eriha kentinin duvarlarını yıktığı gibi, Marks'ın tüm yapısını bir üfürüşte altüst etmek için bay Dühring'in ortaya atmaktan başka bir şey gerekmediğine inandığı sorun, o halde bay Dühring'in iktisat teorisi için de sözkonusu. Bakalım bu sorunu nasıl yanıtlar. 

Kapitalist mülkiyetin, der, pratik anlamı yoktur, ve eğer aynı zamanda insan öğesi üzerinde dolaylı zoru içermezse kendini değerlendiremez. Bu zorun ürünü kapitalist kazançtır, o halde bu kazancın büyüklüğü de, bu egemenlik uygulamasının genişlik ve yoğunluğuna bağlı olacaktır. ... Kapitalist kazanç, rekabetten daha güçlü bir etkiye sahip siyasal ve toplumsal bir kurumdur. Bu bakımdan, patronlar bir birlik olarak iş görürler ve herkes kendi konumunu savunur. Bir kez egemen bir duruma geldikten sonra, bu tür ekonomide belirli bir kapitalist kazanç oranı bir zorunluluktur. 

Rakip patronların, emek ürününü sürekli olarak doğal üretim giderleri üzerinde nasıl gerçekleştirebildiklerini (satıp paraya çevirebildiklerini) ne yazık ki gene bilmiyoruz. Bay Dühring, okurlarına, vaktiyle Prusya kralının yasanın üstünde olması gibi, kapitalist kazanç da rekabetin üstündedir formülü ile ağızlarını kapatacak kadar az mı değer veriyor? Prusya kralının, yasanın üstündeki konumuna, sayesinde eriştiği dalavereleri biliyoruz, kapitalist kazancın, sayesinde rekabetten daha güçlü olmaya eriştiği dalaverelere gelince, işte bay Dühring'in bize açıklaması gereken ve açıklamayı direngenlikle itelediği şey de, bu dalaverelerin ta kendisidir. 

Patronların, onun dediği gibi, bu bakımdan bir birlik gibi iş görmeleri ve onlardan herbirinin kendi konumunu savunmalarının pek bir önemi yok. Onun sözüne inanacak, ve içlerinden her birinin kendi konumunu savunması için, belirli sayıda kimsenin bir birlik gibi davranmasının yeterli olduğunu mu düşüneceğiz? Ortaçağ lonca üyeleri, 1789'un Fransız soyluları, bilindiği gibi, birlik olarak büyük bir kararlılıkla davrandılar, ve gene de yok oldular. Prusya ordusu da, Yena'da bir birlik gibi davrandı, ve konumunu savunacak yerde, oradan sıvışıp gitmek ve hatta daha sonra parça parça teslim olmak zorunda kaldı. Bu tür egemen ekonomi bir kez verildikten sonra, belirli bir kapitalist kazanç oranının bir zorunluluk olduğu güvencesiyle daha çok yetinemeyiz; çünkü sözkonusu olan şey, bunun neden böyle olduğunun tanıtlanmasıdır. Bay Dühring bize şu haberi verdiği zaman, ereğe bir parmak bile yaklaşmış olmuyoruz: 

Kapitalist egemenlik, toprak egemenliği ile bağlılık içinde büyüdü. Toprak kölesi emekçilerin bir kısmı, kentlerde sanat ve meslek işçileri, ve sonunda, fabrika gereci durumuna dönüştü. Kapitalist kazanç, mülkiyet rantının ikinci biçimi olarak, toprak rantından sonra gelişti. 

Hatta bu iddianın tarihsel yanlışlığını bir yana bıraksak bile, gene de yalın bir iddia olarak kalır ve aslında açıklanması ve tanıtlanması gereken şeyi, bir kez daha ileri sürmekle yetinir. Öyleyse bay Dühring'in kendi: rakip patronlar, emek ürününü, sürekli olarak, doğal üretim giderleri üzerinde nasıl gerçekleştirebilirler? sorusuna yanıt vermekteki yeteneksizliğinden başka bir sonuca varamayız. Başka bir deyişle, bay Dühring, kârın oluşmasını açıklamakta yeteneksizdir. Bu durumda ona şıppadak bir buyrultu çıkarmaktan başka bir şey kalmıyor: Kapitalist kazanç bir zor ürünüdür ki bu da, kuşkusuz, Dühring usulü toplumsal anayasanın 2. maddesi ile tam bir uygunluk durumundadır: zor, bölüştürür. İşte kuşkusuz çok güzel söylenmiş bir söz; ama şimdi "sorun [da] ortaya çıkıyor": Zor, neyi bölüştürür? Bölüştürecek bir şeyin olması gerek, yoksa en güçlü zor bile, dünyanın en büyük iyi niyeti ile, hiçbir şey bölüştüremez. Rakip patronların ceplerine indirdikleri kazanç, çok gerçek ve çok elle tutulur bir şeydir. Zor, onu alabilir, ama üretemez. Ve eğer bay Dühring, bize patron kazancını zorun nasıl aldığını açıklamayı kabul etmemekte direnirse, onu nereden alır? sorusuna yanıt vermek sözkonusu olduğu anda mezar sessizliğine bürünür. Hiç bir şey olmayan yerde, kral, başka her zor gibi, haklarını yitirir. Hiçten, hiç bir şey, özellikle kâr çıkmaz. Eğer kapitalist mülkiyetin pratik anlamı yoksa, ve eğer aynı zamanda insan öğesi üzerinde dolaylı zoru içermedikçe kendini değerlendiremezse, ortaya yeniden: l° yukarda sözü geçen bazı tarihsel iddialarla hiç de çözümlenmemiş bir sorun olan, kapitalist zenginliğin bu zora nasıl ulaştığı; 2° bu zorun sermayenin değerlendirilmesi durumuna, kâr durumuna nasıl dönüştüğü ve 3° bu kârı nereden aldığı, sorunu çikar. 

Dühringgil iktisadı neresinden tutarsak tutalım, bir adım bile ilerleyemeyiz. Bütün hoşa gitmeyen işler için, kâr, toprak rantı, açlık ücreti ve işçilerin kullaştırılması için, bu iktisadın sadece bir tek açıklama sözü var: zor, ve her zaman zor ve Bay Dühring'in "en zorlu öfke"si zora karşı bir öfke durumuna dönüşür. Zora başvurmanın: 1° kötü bir bahane, işi iktisadi alandan, bir tek iktisadi olayı bile açiklayamayacak siyasal alana bir havale olduğunu, ve 2° zorun kendisinin kökenini açıklamasız bıraktığını, ve böyle yapmakla da akıllılık edildiğini, çünkü tersi durumda her toplumsal güç ve her siyasal zorun kökeninin, daha önceki iktisadi koşullarda, tarihte verildiği biçimiyle her toplumun üretim ve değişim biçiminde bulunduğu sonucuna varacağını gördük. 

Gene de, "derin", ama acımasız iktisat "kurucu"muzdan kâr üzerine birkaç açıklama daha koparabilip koparamayacağımızı görmeyi deneyelim. Eğer onun ücret tartışmasına yanaşırsak, belki bunu başarabiliriz. 
158. sayfada şöyle der: 

Ücret, emek-gücünün bakımı karşılığıdır ve ilkin hesaba, ancak, toprak rantı ve kapitalist kazancın temeli olarak girer. Burada egemen olan ilişkileri tamamen kesin bir biçimde açıklamak için, toprak rantı ve onunla birlikte kapitalist kazancin ilkin tarihsel bir biçimde, ücretsiz, yani kölelik ya da toprak köleliği temeli üzerinde düşünülmesi gerekir. ... Yaşamda tutulması gerekenin köle mi, toprak kölesi mi, yoksa işçi mi olup olmadığını bilmenin pek bir önemi yok; bu, sadece, üretim giderlerinin yükümlendirilme biçiminde bir farklılık gösterir. Her durum içinde, emek-gücünü kullanılması aracıyla elde edilmiş net ürün, efendinin gelirini oluşturur. ... Öyleyse görülür ki, kendisi gereğince bir yanda herhangi bir çeşit mülkiyet rantı, ve öte yanda mülkiyetten yoksun ücretli emeğin bulunduğu baş karşıtlık, terimlerinin yalnız birinde değil ama her zaman sadece ikisinde birden kavranılabilir. 

Ama "mülkiyet rantı", 188. sayfada öğrendiğimiz gibi, toprak rantı ve kapitalist kazanç için ortak bir deyimdir. Ayrıca, 174. sayfada, şöyle okunur: 

Kapitalist kazancin niteliği, emek-gücü ürününün en önemli parçasının bir sahiplenilmesidir. Bu, şu ya da bu biçimde dolaysız ya da dolaylı olarak egemenlik altına alınmış çalışma biçimindeki bağlılaşık (corrélatif) öğe olmadan tasarlanamaz. 

Ve 183. sayfada: 

Ücret, bütün durumlarda, işçinin bakım ve çoğalma olanağının genel olarak kendisi aracıyla güvence altına alınacağı bir emek karşılığından başka bir şey değildir. 

Ve, son olarak, 195. sayfada: 

Mülkiyet rantına düşen şey, ücret için zorunlu olarak yitirilecek, ve tersine, genel üretim kapasıtesi [!] üzerinde emeğe düşen şey de zorunlu olarak mülkiyet gelirinden alınacaktır. 

Bay Dühring, bizi şaşkınlıktan şaşkınlığa düşürüyor. Değer teorisinde, ve rekabet öğretisi de dahil olmak üzere bu öğretiye değin değer teorisini izleyen bölümlerde, yani 1. sayfadan 155. sayfaya değin, meta fiyatları ya da değerler: 1° doğal üretim giderleri ya da üretim değeri, yani hammadde, iş aracı ve ücret harcamaları ve 2° fiyat artışı ya da bölüşüm değeri, elde kılıç tekelci sınıf yararına zorla kabul ettirilen haraç; görmüş bulunduğumuz gibi, bir eliyle aldığını öbür eliyle vereceğine, ve üstelik, bay Dühring'in kökeni ve içeriği üzerine bize bilgi vermiş olduğu ölçüde, hiçten doğduğuna ve bunun sonucu hiç bir şeyden bileşmediğine göre, gerçekte servet bölüşümünde hiç bir şey değiştiremeyecek bir pahalanma biçiminde bölünüyorlardı. Gelir türlerini inceleyen daha sonraki iki bölümde, yani 156. sayfadan 217. sayfaya değin fiyat artışı (pahalanma) artık sözkonusu değil. Onun yerine, her emek ürünü, yani her metaın değeri, şu iki kısma bölünür: 1° İçinde ödenen ücretin de bulunduğu üretim giderleri, ve 2° efendinin gelirini oluşturan "emek-gücünün kullanılması aracıyla elde edilmiş net ürün". Ve bu net ürün, öylesine tanınmış bir çehreye sahiptir ki, hiç bir dövme, hiç bir cila onu gizleyemez. "Burada egemen olan ilişkileri gerçekten kesin bir biçimde açıklamak için", okurun, sadece, bay Dühring'in az önce aktardığımız, ve Marks'tan daha önce artı-emek, artı-ürün ve artı-değer üzerine aktarılmış olan parçaların karşısına basılmış bulunan parçalarını düşünmekten başka bir şey yapması gerekmez. Ve okur, bay Dühring'in, burada, Kapital'i, kendi tarzında doğrudan doğruya kopya ettiğini görecektir. 

Bay Dühring, artı-emeği, kölelik, toprak köleliği ya da ücretlilik, hangi biçim altında olursa olsun, günümüze kadar bütün egemen sınıfların gelirlerinin kaynağı olarak kabul eder: birçok kez aktarılan parçadan alınmış, Kapital, sayfa 227, "sermaye, artı-emeği icat etmemiştir"[34*] vb. — Ve "efendinin geliri"ni oluşturan "net ürün", aslında emek ürününün, bay Dühring'de bile, bir emek karşılığı durumundaki tamamen gereksiz kılık değiştirmesine karşın, genel olarak işçinin bakım ve çoğalma olanağını sağlayacak ücret üzerindeki fazlalığından başka nedir? "Emek-gücü ürününün en önemli parçasının sahiplenilmesi (temellükü)", eğer kapitalistin, Marks'ta olduğu gibi, işçiden, onun tükettiği yaşama araçlarının yeniden-üretimi için zorunlu olandan daha çok emek sızdırması nedeniyle, yani kapitalistin işçiyi, işçiye ödenen ücret değerinin yerine konması için zorunlu olandan daha uzun zaman çalıştırması nedeniyle olmazsa, başka nasıl olasilir? Öyleyse, bay Dühring'in "emek-gücünün kullanılması"nın arkasında saklanan şey, emek-gücünün, işçinin yaşama araçlarının yeniden-üretimi için gerekli zamanın ötesine uzatılması, yani Marks'ın artı-emeğidir, — ve başka hiç bir şey değildir. Ve onun "efendinin net ürünü", kendini marksist artı-ürün ve artı-değer biçiminden başka hangi biçim altında gösterebilir? Ve bay Dühring'in mülkiyet rantı, marksist artı-değerden, eğer yanlış anlayışı ile değilse, başka ne ile ayrılır? Öte yandan, bay Dühring, "mülkiyet rantı" adını, daha önce toprak rantı ile kapitalist rantı ya da kapitalist kazancını rant ortak deyimi altında birleştiren Rodbertus'tan almıştır; öyle ki, bay Dühring buna, "mülkiyet"i eklemekten başka bir şey yapmamıştır.[35*] Ve çalıntı üzerinde hiç bir kuşku kalmaması için, bay Dühring, Marks tarafından, Kapital'in 15. bölümünde (539 ve daha sonraki sayfalarında)[36*] emek-gücü fiyatında ve artı-değerde büyüklük değişiklikleri üzerine açıklanmış bulunan yasaları özetler, ve onları, öylesine kendi tarzında özetler ki, mülkiyet rantına düşen şey ücret için, ve ücrete düşen şey de mülkiyet rantı için zorunlu olarak kaybolur; böylece Marks'ın öz bakımından o kadar zengin özel yasalarını boş bir yinelemeye (tautologie) indirger, çünkü iki parçaya bölünen bir büyüklüğün parçalarından birinin, öbürü küçülmeden büyüyemeyeceği açıktır. İşte bay Dühring, Marks'ın fikirlerini böyle, Marks'ın açıklamasında gerçekten görülen "gerçek disiplinler anlamında en kesin bilimin son sözü" tamamen gözden yitirilecek biçimde, kendine maletmeyi başarmıştır. 

Böylece, bay Dühring'in Eleştirel Tarih'te Kapital konusunda kopardığı alışılmamış yaygara, ve özellikle artı-değere ilişkin —ve kendisi de yanıt veremediğine göre, sormamakla daha iyi yapacağı— o ünlü soru ile meydana getirdiği söz kasırgası karşısında, bütün bunların Dersler'inde Marks'tan yaptığı kaba aşırmayı saklamak için başvurulan savaş hilelerinden, ustaca manevralardan başka bir şey olmadığı kanısından kendimizi kurtaramayız. Gerçekten, bay Dühring, okurlarına, "bay Marks'ın Kapital adını verdiği arapsaçı" ile uğraşmaktan vazgeçmelerini öğütlemekte, tarihte ve mantıkta zırzopça fikirlere sahip bir kafanın melez ürünleri, Hegel'in bulanık ve karışık düşünceleri, ve saçma sözleri vb. karşısında onları uyarmakta yerden göğe kadar haklıydı. Bu dindar Eckart, Alman gençliğini kendisine karşı uyardığı Venüs'ü[37*] Marks'la rekabete girerek, kişisel kullanım ereğiyle mahfuz bir yerde bir kenara çekmek için, gizlice, aramaya gitmişti. Marks'ın, emek-gücünün kullanılmasıyla elde edilen bu net üründen, ve marksist artı-değeri mülkiyet rantı adı altında kendine maletmesinin, Marks'ın artı-değerden kâr ya da kapitalist kazançtan başka bir şey anlamadığı yolundaki direngen —çünkü iki baskıda da yinelenmiş— ve yanlış savının nedenleri üzerine tuttuğu özgür ışıktan ötürü onu kutlarız. 

Ve böylece, bay Dühring'in başarımlarını (performances), kendi sözleriyle şöylece betimlememiz gerek: "Bay [Dühring]'in kanısına göre ücret, işçinin kendi öz varoluşunu olanaklı kılmak için gerçekten iş başında bulunduğu o emek-zamanının ödenmesinden başka bir şey değildir. Oysa bunun için, çok az sayıda saat yeter, çoğu kez uzun olan işgününün tüm geri kalanı, yazarımızın [mülkiyet rantı] adını verdiği şeyi içeren bir artı sağlar. Üretimin her düzeyinde üretim araçları ve gerekli hammaddelerde daha önce cisimleşmiş bulunan emek-zamanı bir yana bırakılırsa, işgününün uzaması kapitalist yararına bir zorla-alma kazancıdır. Bay [Dühring]'in bu zorla-alma girişiminin betimlemesine eşlik ettiği zehirli kin çok anlaşılır bir şeydir..." Buna karşılık, bu çalıntıdan sonra, "daha zorlu öfke"sine nasıl döneceği, çok daha az anlaşılır bir şey. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.