3 Ocak 2014 Cuma

BİRİNCİ KISIM - ÜÇÜNCÜ BÖLÜM - SINIFLAMA, ÖNSELCİLİK

Felsefe, bay Dühring'e göre, dünya ve yaşam bilincinin en yüksek biçiminin gelişmesidir ve anlam genişlemesi yoluyla, bütün bilgi ve bütün istek ilkelerini kapsar. Herhangi bir bilgi, bir eğilim ya da bir varoluş biçimleri grubu dizisi, kendini insan bilinci önüne koyar koymaz, bu figürlerin ilkeleri zorunlu bir biçimde felsefenin konusu olur. Bu ilkeler, bilgi ve isteğin çokluğunu meydana getiren yalın, ya da şimdiye değin yalın varsayılan yapıcı parçalardır. Cisimlerin kimyasal bileşimi gibi, şeylerin genel yapılışı da temel biçim ve temel öğelere indirgenebilir. Bir kez edinildikten sonra, bu son öğeler ya da ilkeler, yalnız bilinen ve dolaysız olarak anlaşılabilir şeyler için değil, ama bizim için bilinmez ve anlaşılmaz olan dünya için de geçerlidirler. Demek ki felsefi ilkeler, bilimlerin doğa ve insan yaşamının türdeş bir açıklama sistemini kurmak için gereksinme duydukları son tümleci oluştururlar. Tüm varlığın temel biçimleri dışında, felsefenin açıkça söylemek gerekirse yalnızca iki konusu vardır: Doğa ve insan dünyası. Bunun sonucu, konumuz tamamen kendiliğinden bir biçimde üç grup halinde düzenlenir: Genel evren şeması, doğa ilkeleri öğretisi ve son olarak, insan öğretisi. Bu sıralama aynı zamanda bir iç mantıksal düzen içerir; çünkü ilk olarak, tüm varlık için geçerli, kesin ilkeler, sonra, bağımlılıklarının aşama sırasına göre, bu ilkelerin uygulandıkları nesnel alanlar gelir. Buraya değin ve hemen sözcüğü sözcüğüne, konuşan bay Dühring'dir. 

Demek ki ona göre önemli olan şey ilkelerdir, doğaya ve insan dünyasına uygulanması, dolayısıyla doğa ve insanın uyması gereken, dış dünyadan değil, düşünceden türeyen kesin ilkeler. Ama düşünce, bu ilkeleri nereden alır? Kendinden mi? Hayır, çünkü bay Dühring kendisi söyler: Arı düşünce alanı mantıksal şemalar ve matematik yapılarla sınırlanır (bu son olumlama, ayrıca, ilerde göreceğimiz gibi, yanlıştır da). Mantıksal şemalar, yalnızca düşünce biçimleri ile ilgilidir; oysa burada sözkonusu olan yalnızca Varlık, yalnızca dış dünya biçimleridir ve düşünce, bu biçimleri hiçbir zaman kendinden değil, ama tastamam ancak dış dünyadan çıkartıp türetebilir. Ama böylece, tüm ilişki tersine döner: İlkeler, araştırmanın çıkış noktası değil, sonucudur; doğaya ve insanların tarihine uygulanmazlar, bunlardan soyutlanırlar; doğa ve insan dünyası ilkelere uymaz, ilkeler ancak doğa ve tarihe uyduklan ölçüde doğrudur. Sorunun tek materyalist anlayışı budur ve bay Dühring'in bunun karşısına çıkardığı anlayış, idealisttir. Bu anlayış sorunu tamamen başaşağı koyar ve gerçek dünyayı fikirden, şemalardan, dünyadan önce nerede olduğu bilinmeyen ve düşünülemeyecek bir zamandan beri varolan plan ya da kategorilerden hareket ederek kurar — tıpkı ... bir Hegel gibi. 

Bu, bir gerçek. Hegel'in Ansiklopedi'sini, bütün saçmalayan kuruntuları ile birlikte, bay Dübring'in son çözümlemede kesin doğruları ile karşılaştıralım. Önce bay Dühring'de evrenin genel şemasının bilgisini görüyoruz; Hegel, buna Mantık diyor. Sonra her ikisinde de, bu şema ya da mantıksal kategorilerin doğaya uygulanmasını: doğa felsefesini ve son olarak, insan dünyasına uygulanmasını görüyoruz: Hegel, buna Tin Felsefesi diyor. Buna göre Dühring dizisinin "iç mantık düzeni", bizi "tamamen kendiliğinden bir biçimde", bu düzenin, hegelci okulun Berlin'deki gezginci yahudisi profesör Michelet'nin gözlerini yaşartacak kadar etkileyen bir bağlılıkla alındığı Hegel'in Ansiklopedi'sine götürüyor.[1*] 

İşte "Bilinç", "Düşünce", verilmiş bir şey, Varlığın, Doğanın bir ilk karşıtı olarak, tamamen doğalcı bir anlamda alındığı zaman, başa gelen şey. Ondan sonra, Bilinç ile Doğanın, Düşünce ile Varlığın, düşünce yasaları ile doğa yasalarının birbirlerine bu derece uymalarını son derece tuhaf bulmak zorunda kalınır. Ama eğer daha sonra düşünce ile bilincin ne oldukları ve nereden geldikleri sorulursa, bunların insan beyninin ürünü oldukları ve insanın da doğanın, çevresi içinde ve çevresi ile birlikte gelişen bir ürününderi başka bir şey olmadığı görülür; bundan da, doğal olarak, son çözümlemede, doğa ürünleri olan insan beyni ürünlerinin, doğanın bütünü ile çelişki durumunda değil, uygunluk durumunda bulunduklan sonucu çıkar.[2*] 

Ama bay Dühring sorunu böylesine yalın bir biçimde incelemeyi kendine yediremezdi. O, yalnızca insanlık adına değil —ki bu da o denli kötü bir şey olmazdı— ama bütün bilinçli ve düşünen göksel cisimlerin varlıkları adına da düşünür. Gerçekten, "bilinç ve düşüncenin egemen geçerliklerini ve mutlak doğruluk savlarını, onlara insanal sıfatını uygulayarak dıştalamak ya da yalnızca kuşku konusu yapmak, bilinç ve düşüncenin temel biçimlerini değerden düşürmek" olurdu. 

Bunun sonucu, bir başka gök cisminin üzerinde iki kere ikinin beş ettiğinden kuşkuya düşülecek kadar ileri gidilmesini önlemek için bay Dühring, düşünceyi "insanal" olarak nitelemekten sakınacak, böylece düşünceyi, kendisini üzerinde tanıdığımız tek gerçek temelden, yani insandan ve doğadan ayıracak ve kabaca ve dönüşsüz bir biçimde, bay Dühring'i "epigon", Hegel'in artçısı durumuna getiren bir ideoloji içine düşürecektir. Ayrıca biz de, bay Dühring'i öbür göksel cisimler üzerinde selamlamak olanağını sık sık bulacağız. 

Böyle bir ideolojik temel üzerinde materyalist bir öğreti kurulamayacağı kendiliğinden anlaşılır. Bay Dühring'in birçok kez doğada bilinçli bir eylem biçimini, yani herkesin anlayacağı dille, Tanrı denilen şeyi varsaydığını göreceğiz. 

Bununla birlikte, bizim gerçekçi filozofumuzun, bütün gerçekliğin temelini, gerçek dünya dışında düşünce dünyasına aktarmasının başka nedenleri de var. Bay Dühring'in felsefesinin temelini oluşturan şey, bu genel evren şemasının, Varlığın bu kesin ilkelerinin bilimidir. Ne var ki, eğer biz, evren şemasını beyinden değil de, yalnızca beyin aracıyla gerçek dünyadan, Varlığın ilkelerini onun kendisinden çıkarırsak, bunun için felsefeye değil, dünya ve dünyada olup biten şeyler üzerine olumlu bilgilere gereksinme duyarız ve bundan çıkan şey de, artık, felsefe değil, pozitif bilimdir. Bu durumda bay Dühring'in tüm kitabı boşuna çabadan başka bir şey olmaz! 

Daha ileri gidelim. Eğer felsefeye felsefe olarak artık bir gereksinme yoksa, hiçbir sisteme, hatta doğal bir felsefe sistemine de gereksinme yoktur. Doğal olayların tümünün sistematik ilişkiler tarafından birbirine bağlandığı fikri, bilimi her yerde, tekil içinde olduğu gibi bütün içinde de, bu sistematik ilişkileri göstermeye iteler. Ama bu ilişkilerin eksiksiz ve uygun bir kavrayışı, içinde yaşadığımız dünya sisteminin doğru bir imgesi, bizim için her zaman olduğu gibi bir olanaksızlık olarak kalır. Eğer, insan evriminin herhangi bir döneminde, zihinsel ve tarihsel olduğu denli fizik evren ilişkilerinin de böyle inandırıcı ve kesin bir sistemi gerçekleşmiş olsaydı, bu, insan bilgi alanının sınırlarına varmış ve toplumun bu sistemle uyum içinde örgütlendiği andan başlayarak gelecekteki tarihsel gelişme askıya alınmış olduğu anlamına gelirdi ki, bu da bir saçmalık, tam bir anlamsızlık olurdu. Demek ki, insanlar, şu çelişki ile karşı karşıya bulunuyor: Bir yandan, tüm ilişkileri içinde evren sistemi üzerine eksiksiz bir bilgi edinmek ve öte yandan, hem kendi öz nitelikleri ve hem de evren sisteminin niteliği nedeniyle, bu sorunu tamamen çözmeye hiçbir zaman yetenekli olmamak. Ama bu çelişki, yalnızca iki etkenin, evrenin ve insanın niteliğine dayanmaz; bütün entelektüel gelişmenin başlıca kaldıracıdır da, ve tıpkı, örneğin çözümlerini sonsuz bir dizi ya da sürekli bir kesir içinde bulan o matematik problemleri gibi, her gün ve ara vermeden insanlığın sonsuz ilerleyici evrimi içinde çözümlenir. Gerçekten, dünya sisteminin düşüncedeki her yansıması, nesnel olarak tarihsel durum ve öznel olarak düşünce sahibinin fizik ve ruhsal niteliği nedeniyle sınırlıdır ve sınırlı kalır. Ama bay Dühring, kendi düşünce biçiminin, dünyanın öznel olarak sınırlı bir tasarımının bütün kararsızlığını dıştalayan bir nitelikte olduğunu önceden bildirir. Daha önce onun olanaklı bütün göksel cisimler üzerinde, her yerde hazır ve nazır olduğunu görmüştük. Şimdi her şeyi bilir olduğunu da görüyoruz. O, bilimin son sonuçlarını çözmüş, onun geleceğini duvarla çevirmiştir. 

Varlığın temel biçimleri gibi, bay Dühring bütün arı matematiği de, a priori, yani dış dünyanın bize sunduğu deneylerden yararlanmaksızın ve onları beyninden çıkararak imal edebileceğini düşünür. Arı matematikte, anlık (müdrike) "kendi başına özgürce yarattığı ve tasarladığı şeyle" uğraşır; sayı ve biçim kavramları "onun yeterli konusu ve öz yaratısı"dır ve böylece matematik "özel deneyim ve dünyanın gerçek içeriğinden bağımsız bir değere" sahiptir. 

Arı matematiğin her bireyin özel deneyiminden bağımsız olarak geçerli olması kuşkusuz doğrudur ve bu, bütün bilimlerin tüm kanıtlanmış olguları ve hatta genel olarak bütün olgular için böyledir. Manyetik kutuplar, suyun hidrojen ve oksijenden bileşmesi olgusu, Hegel'in ölmüş ve bay Dühring'in yaşamakta olduğu olgusu, bütün bu olgular, benim ya da başka bireylerin kişisel deneyiminden, hatta içi rahat olanların uykusuna daldığı andan başlayarak, bay Dühring'in bile kişisel deneyiminden bağımsız olarak geçerli olgulardır. Ama arı matematikte, anlığın yalnızca kendi öz yaratılan ve düşünceleriyle uğraştığı hiç de doğru değildir; sayı ve biçim kavramları, gerçek dünyadan başka hiçbir yerden gelmemiştir. İnsanların saymayı, yani ilk aritmetik işlemi yapmayi öğrendiği on parmak, her şey olabilir, yalnızca anlığın özgür bir yaratısı olamaz. Saymak için, sayılacak şeylerin varlığı yetmez, ayrıca bu şeyleri, sayıları dışındaki bütün öbür niteliklerden soyutlayarak gözönüne alabilme yetisi de gereklidir, — ve bu yeti, deneyim üzerine kurulu uzun bir tarihsel gelişmenin sonucudur. Tıpkı sayı kavramı gibi biçim kavramı da, dış dünyadan alınmış ve arı düşünce ürünü olarak benden fışkırmamıştır. Biçim kavramına varmadan önce biçimleri olan şeylerin varolması ve biçimlerinin karşılaştırılması gerekmiştir. Arı matematik, nesne olarak, uzaysal biçimler ve gerçek, dünyanın nicel ilişkilerini, yani çok somut bir konuyu alır. Bu konunun son derece soyut bir biçim altında görünmesi, onun dış dünyada yer alan kökenini ancak üstünkörü bir örtüyle gizleyebilir. Doğrusu şudur ki, bu biçim ve bu ilişkileri kendi anlıkları içinde inceleyebilmek için onları içeriklerinden büsbütün ayırmak, bu içeriği önemsiz olarak bir köşeye bırakmak gerekir; boyutsuz noktalar, kalınlığı ve genişliği olmayan çizgiler, a'lar, b'ler, x'ler, y'ler, değişmezler ve değişkenler işte böyle elde edilir ve ancak sonunda anlığın özgür yaratı ve düşüncelerine, yani sanal büyüklüklere varılır. Hatta, görünüşte, matematik büyüklükler birbirinden çıksalar bile, bu, onların a priori kökenlerini değil, yalnızca ussal bağlantılarını tanıtlar. Bir silindir biçimini, bir dikdörtgeni kenarlarından biri yöresinde döndürülmesinden çıkarma fikrine varacak denli ileri gitmeden önce, biçimleri ne denli kusurlu olursa olsun, bir dizi gerçek dikdörtgen ve silindiri incelemiş olmak gerekir. Bütün öbür bilimler gibi matematik de, insanların gereksinmelerinden, yerölçümü ve kapların hacmini ölçmekten, zamanın hesaplanmasından ve mekanikten çıkmıştır. Ama bütün düşünce alanlarında olduğu gibi, belli bir gelişme derecesinde, gerçek dünyadan soyutlama aracıyla çıkarılmış bulunan yasalar, gerçek dünyadan ayrılır, özerk bir şey gibi, dışardan gelen ve dünyanın kendisini uydurması gereken yasalar gibi, gerçek dünyanın karşısına çıkarlar. Toplumda ve devlette işler böyle olmuştur; arı matematik, dünyadan çıkarılmış ve onu bileştiren biçimlerin bir parçasından başka bir şey olmamasına karşın, sonradan, acuna (evrene) işte böyle uygulanmıştır — onun uygulanabilir olmasınin ek nedeni de, işte budur. 

Bay Dühring nasıl ki tüm arı matematiği, deneyimin hiçbir katkısı olmaksızın, "arı mantığın kendine göre, kanıta elverişli olmayan ve buna gereksinmesi de bulunmayan" matematik belitlerden (aksiyomlardan) çıkarabileceğine ve sonra onu dünyaya uygulayabileceğine inanıyorsa, tıpkı öyle, önce Varlığın temel biçimlerini, bütün bilginin yalın öğelerini, felsefe belitlerini beyninden, tüm felsefe ya da evren şemasını da bundan çıkarabileceğini ve doğaya ve insanlar dünyasına bu kendi anayasasını ihsan lütfunda bulunabileceğini düşünüyor.[3*] Ne yazık ki doğa, 1850 yılının Manteuffel Prusyalılarından bileşmez — ve insanların dünyası, ancak çok küçük bir bölümü bakımından o türlü Prusyalılardan bileşir. 

Matematik belitler, matematiğin mantıktan alma zorunda bulunduğu zihinsel içeriğin son derece değersiz dışavurumlarıdırlar. Bu belitler ikiye indirgenebilir: 

1. Bütün, parçadan daha büyüktür. Bu önerme, tam bir gereksiz yinelemedir, çünkü nicel "parça" fikri önceden belirli bir biçimde "bütün" fikri ile ilgilidir, şu anlamda ki "parça" sözcüğü, kendi başına, nicel "bütün"ün birçok nicel "parça"dan meydana geldiğini içerir. Bunu açıkça saptayarak, sözü geçen belit bizi bir adım bile ileri götürmez. Hatta, bu gereksiz yineleme: bir bütün, birçok parçadan meydana gelen bir şeydir; bir parça, birçoğu bir bütün meydana getiren bir şeydir; öyleyse parça bütünden daha küçüktür diyerek, yineleminin değersizliğinin, içeriğin değersizliğini daha da ortaya çıkardığı bir formül aracıyla, belirli bir ölçüde tanıtlanabilir de. 

2. Eğer iki büyüklük, ayrı ayrı bir üçüncü büyüklüğe eşitseler, bunlar kendi aralarında birbirlerine de eşittirler. Bu önerme, Hegel'in de göstermiş olduğu gibi,[4*] mantığın doğruluğunu güvence altına aldığı, öyleyse arı matematiğin dışında da olsa, tanıtlanmış olan bir tasımdır. Eşitlik ve eşitsizlik üzerine öbür belitler, bu tasımın mantıksal genişletilmelerinden başka bir şey değildir. 

Bu yavan önermeler, matematikte olsun, başka alanda olsun, hiçbir yere götürmezler. İlerlemek için, işin içine gerçek ilişkileri, gerçek cisimlerden alınmış uzamsal ilişki ve biçimleri sokmak zorundayız. Çizgiler, yüzeyler, açılar, çokgenler, küpler, küreler, vb., hepsi de gerçeklikten alınmış fikirlerdir ve ilk çizginin, bir noktanın uzayda yer değiştirmesinden, ilk yüzeyin, bir çizginin yer değiştirmesinden, ilk cismin de bir yüzeyin yer değiştirmesinden vb. doğduğunu söyleyen matematikçilere inanmak için, okkalı bir ideolojik bönlük gerekir. Buna karşı dil bile başkaldırır. Üç boyutlu bir matematik biçim, cisim, corpus solidum, yani Latincede elle tutulur bir katılık olarak adlandırılır; demek ki hiç de anlığın özgür düşüncesinden değil, katı gerçeklikten alınmış bir ad taşır. 

Ama o kadar uzağa gitmeye ne gerek var? Bay Dühring, 42. ve 43. sayfalarda,[5*] arı matematiğin deneyim dünyasından bağımsızlığını, önselliğini, anlığın kendi öz yaratı ve düşünceleriyle uğraşması biçiminde, esrime işinde şakıdıktan sonra, 63. sayfada şöyle der: 

Gerçekten bu matematik öğelerin (sayı, büyüklük, zaman, uzay ve geometrik hareket) yalnızca biçimleri bakımından ideal oldukları ... öyleyse, mutlak büyüklüklerin, türleri ne olursa olsun, tamamen görgücül (empirique) bir şey oldukları .... [ama] matematik şemaların deneyden kopuk ve gene de yeterli bir biçimde belirginleştirilmeye yatkın şeyler oldukları kolayca unutulur. 

Bu, her türlü soyutlama için azçok doğrudur, ama hiçbir zaman onun gerçeklikten çıkarılmadığını tanıtlamaz. Evren şemasında, arı matematik arı düşünceden fışkırmıştı; — doğa felsefesinde, arı matematik dış dünyadan alınmış, sonra ayrılmış, tamamen görgücül bir şeydir. Peki ama, hangisine inanalım? 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.