Genel siyasetin ekonomik hukuk biçimlerine oranı benim sistemimde öylesine kesin ve aynı zamanda öylesine özgün bir biçimde belirlenmiştir ki bunun incelenmesini kolaylaştırmak için okuru, özel olarak oraya göndermek yersiz olmazdı. Siyasal ilişkiler biçimi temel tarihsel öğe ve ekonomik bağımlılıklar da yalnızca bir sonuç ya da özel bir durum, yani her zaman ikinci dereceden olgulardır. Yeni sosyalist sistemlerden kımıleri, deyim yerindeyse siyasal üstyapıları ekonomik durumlardan çıkartarak, yönetici ilke olarak göze batacak biçimde ters bir aldatıcı görünüşü alıyor. Oysa bu ikinci dereceden etkiler, ikinci dereceden etkiler olarak, gerçi vardırlar ve bugünkü günde en duyulur olanlar da onlardır; ama en önemli öğeyi yalnızca dolaylı bir ekonomik güçte değil, dolaysız siyasal zorda aramak gerekir.
Aynı biçimde bir başka yerde bay Dühring: "siyasal durumların ekonomik durumun kesin nedeni olduğu ve ters ilişkinin ikinci derecede bir tepkiden başka bir şeyi temsil etmediği tezinden hareket eder. ... Siyasal kümelenmeyi kendi başına hareket noktası olarak almayıp da ona yalnızca beslenme erekleri bakımından bir araç olarak baktıkça, kişi ne denli güzel bir radikal sosyalist ve devrimci görünüşüne bürünürse bürünsün, gene de kendinde gizli bir gericilik dozu saklar."
Bay Dühring'in teorisi, işte bu. Burada ve başka birçok yerde bu teori düpedüz konmuş, sanki buyrulmuştur. Üç kalın cildin hiçbir yerinde en küçük bir kanıt ya da karşı görüşün çürütülmesine benzer bir şey sözkonusu değil. Ve kanıtlar olgun yemişler denli ucuz da olsaydı, bay Dühring bize gene de bir kanıt vermezdi. Sorun, Robinson'un Cuma'yı köleleştirdiği ünlü ilk günah ile daha önce tanıtlanmış bulunuyor. Bu bir zor eylemi, yani siyasal bir eylemdi. Ve bu köleleştirme bütün geçmiş tarihin hareket noktasını ve temel olgusunu oluşturduğu ve ona haksızlık ilk günahını, hem de daha sonraki dönemlerde ancak hafifleyecek ve "daha dolaylı ekonomik bağımlılık biçimleri olarak biçim değiştirecek" bir derecede aşıladığı için; öte yandan, bugün de yürürlükte bulunan bütün "zor üzerine kurulu mülkiyet" bu ilk köleleştirmeye dayandığı için, bütün ekonomik olayların siyasal nedenlerle yani zorla (violence) açıklandıkları ortadadır. Ve bunun kendisine yetmediği kimse, gizli bir gericinin ta kendisidir.
Her şeyden önce hiç de özgün olmayan bu fikri öylesine "özgün" saymak için, insanın kendi kendisine bay Dühring'in olduğundan daha az aşık olmaması gerektiğini belirtelim. Birinci plandaki siyasal eylemlerin tarihte kesin etken oldukları fikri, tarih-yazımının (historiographie) kendisi kadar eskidir ve halkların, bu gürültülü sahnelerin arka-planında sessiz sedasız gerçekleşen ve işleri gerçekten ilerleten evriminden bize bu denli az şey saklanmış bulunmasının asıl nedeni de, budur. Bu fikir geçmişteki bütün tarih anlayışına egemen olmuş ve ancak Restorasyon çağı burjuva Fransız tarihçileri sayesinde sarsılmıştır; bu işteki tek "özgün" nokta, bir kez daha bay Dühring'in bütün bunlardan hiç haberdar olmamasıdır.
Ayrıca, bay Dühring'in bugüne kadarki bütün tarihin insanın insan tarafından köleleştirilmesine indirgenebileceğini söylemekte haklı olduğu bir an için kabul edelim; gene de sorunun özüne değinmiş olmaktan uzakta kalırız. Çünkü ilkönce şu sorulur: Robinson, Cuma'yı köleleştirmeye değin nasıl gidebildi? Paşa gönlü için mi? Kesinlikle hayır. Tersine, Cuma'nın "ekonomik hizmete köle ya da basit bir alet olarak koşulduğunu ve bir aletten başka türlü de beslenmediği"ni görüyoruz.,
Robinson Cuma'yı, yalnızca Cuma Robinson yararına çalışsın diye köleleştirilmiştir. Ve Robinson, Cama'nın çalışmasından kendisi için nasıl yarar sağlayabilir? Yalnızca Cuma'nın çalışması ile, çalışabilecek durumda kalması için Robinson'un ona vermek zorunda olduğundan daha çok geçim araci üretmesi yoluyla. Demek ki bay Dühring'in kesin yönergesine aykırı olarak Robinson, Cuma'nın köleleştirilmesinin meydana getirdiği "siyasal kümelenme"yi "kendi başına hareket noktası olarak almamış ama ona yalnızca beslenme erekleri bakımından bir araç olarak bakmıştır." — Şimdi efendisi ve egemeni bay Dühring ile ne hali varsa kendisi görsün.
Böylece, zorun "temel tarihsel öğe" olduğunu tanıtlamak için bay Dühring'in kendi öz zenginliğinden türettiği çocukça örnek, zorun araçtan başka bir şey olmadığını, oysa ekonomik çıkarın erek olduğunu tanıtlar. Ve erek, bu ereğe ulaşmak için kullanılan araçtan ne denli "daha temel" ise, ilişkinin ekonomik yanı tarihte, siyasal yanından o denli daha temeldir. Yani örnek, tanıtlayacak olduğu şeyin tam tersini tanıtlar. Ve Robinson ile Cuma için ne olup bittiyse, şimdiye değin olan bütün egemenlik ve kölelik durumları için de aynı şey olup biter. Baskı, bay Dühring'in zarif deyimini kullanmak gerekirse, her zaman "beslenme erekleri bakımından bir araç" olmuştur (bu beslenme erekleri en geniş anlamda alınmış), ama hiçbir zaman ve hiçbir yerde işin içine "kendi başına" karışan siyasal bir kümelenme olmamıştır. Vergilerin devlette "ikinci derecede etkiler"den başka bir şey olmadıklarına ya da bugünkü egemen burjuvazi ile egemenlik altındaki proletarya biçimindeki siyasal kümelenmenin, egemen burjuvazinin "beslenme araçları" için, yani kâr ve sermaye birikimi için değil de "kendi başına" varolduğuna inanabilmek için bay Dühring olmak gerek.
Gene de iki adamcağızımıza dönelim. Robinson, "elde kılıç", Cuma'yı kendine köle eder. Ama bu işi başarması için Robinson'un kılıçtan başka bir şeye daha gereksinmesi var. Bir köle herkesin harcı değildir. Bir köle kullanabilmek için, iki şeye sahip olmak gerek: İlkin kölenin çalışması için zorunlu alet ve nesnelere, ikinci olarak da onu dar darına besleme araçlarına. Öyleyse, köleciliğin olanaklı olmasından önce, üretimde belirli bir düzeye ulaşılmış ve bölüşümde belirli bir eşitsizlik derecesinin ortaya çıkmış olması gerek. Ve köle çalışmasının bütün bir toplumun egemen üretim biçimi durumuna gelmesi için üretim, ticaret ve servet birikiminde daha da büyük bir artışa gereksinme vardır. Toprak üzerinde ortaklaşa mülkiyetin bulunduğu eski doğal topluluklarda, kölelik ya kendini göstermez ya da çok ikincil bir rol oynar. Köylü kenti olan ilkel Roma'da bu böyledir; buna karşılık Roma "evrensel kent" durumuna geldiği ve eski İtalya toprak mülkiyeti gitgide sayısı az, son derece zengin bir toprak sahibi sınıfının eline geçtiği zaman, köylü nüfusun yeri bir köleler nüfusu tarafından alındı. Eğer Pers savaşları çağında, kölelerin sayısı Korinthos'ta 460.000 ve Aigina'da 470.000'e çıkıyor ve her özgür kişi başına on köle düşüyordu ise, [5*] bunun için "zor"dan daha çok bir şey, yani bir ustalık sanayisi ve çok gelişmiş bir zanaatçılık ile geniş bir ticaret gerekiyordu. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki kölelik, zordan çok İngiliz pamuklu sanayisine dayanıyordu; pamuğun yetişmediği ya da sınır eyaletlerde olduğu gibi, pamukçu eyaletler için köle yetiştirilmediği bölgelerde köleli, yalnızca giderlerini kurtarmadiği için hiçbir zor kullanmak zorunda kalınmaksızın kendi kendine ortadan kalktı.
Demek ki eğer bay Dühring, bugünkü mülkiyeti zor üzerine kurulu bir mülkiyet diye adlandırıyor ve onu "temel olarak belki yalnızca öteki insanların doğal varlık araçları kullanımından dıştalanmasını değil ama bundan daha çok bir şey anlamına gelmek üzere, insanın bir köle hizmetine bağlanmasını alan egemenlik biçimi" diye nitelendiriyorsa, bütün ilişkiyi tepe aşağı çeviriyor demektir. İnsanın bir köle hizmetine bağlanması, bütün biçimleri altında, köleleştiren kimsede, onlar olmadıkça köleleştirilen insanı kullanamayacağı iş araçlarının sahipliğini ve aynca kölecilikte de onlar olmadıkça köleyi yaşamda tutamayacağı yaşam araçlarının sahipliğini öngerektirir. Öyleyse daha şimdiden, her durumda ortalamayı aşan belirli bir servet sahipliğini. Bu servet nasıl doğdu? Varsayım olarak bunun çalınmış, yani zor üzerine dayanmış olabileceği ama bunun hiç de zorunlu olmadığı açık. Bu servet çalışma, hırsızlık, ticaret, dolandırıcılık ile kazanılmış olabilir. Ama, çalınabilmeden önce, çalışma ile kazanılmış olması gerekir.
Genel olarak, özel mülkiyet tarihte hiçbir biçimde hırsızlık ve zor sonucu olarak ortaya çıkmaz. Tersine. O daha, bazı nesnelerle sınırlı da olsa, bütün uygar halkların eski doğal topluluklarında vardı. Daha bu topluluğun içinde meta biçimini alana değin, önce yabancılar ile değişim içinde gelişir. Topluluk ürünleri ne denli meta biçimini alır, yani ne denli az üreticinin öz kullanımı ve ne denli çok bir değişim ereğiyle üretilirse, değişim, hatta topluluk içinde bile, ne denli ilkel doğal işbölümünün yerini alırsa, çeşitli topluluk üyelerinin servet durumu o denli eşitsiz bir duruma gelir, eski toprak mülkiyeti ortaklığı o denli derin bir biçimde aşınır, topluluk bir küçük toprak sahibi köylüler köyü olarak dağılmaya o denli çabuk gider. Doğu despotizmi ve fatih göçebe halkların değişen egemenliği, bu eski topluluklara binlerce yıl boyunca zarar veremedi; onların gitgide dağılmalarına neden olan şey, büyük sanayi ürünlerinin rekabeti ile doğal ev sanayilerinin zamanla yıkılmasıdır. Burada, Moselle ve Hochwald kıyılarındaki "tarımsal topluluklar"ın ortaklaşa tarımsal mülkiyetinin, henüz gerçekleşmekte bulunan pay edilmesinde olduğundan daha çok zor sözkonusu değildir; [6*] ortaklaşa mülkiyet yerine tarlaların özel mülkiyetinin geçmesini kendi çıkarlarına bulanlar, köylülerdir. Hatta Keltlerde, Germenlerde ve Pencap'ta olduğu gibi, toprağın ortaklaşa mülkiyeti temeli üzerinde ilkel bir soyluluğun oluşması bile, ilkin hiçbir zaman zor üzerine değil ama özgür onay ve alışkanlığa dayanır. Özel mülkiyetin kurulduğu her yerde bu, değişmiş üretim ve değişim ilişkilerinin sonucudur, ve üretimin artması ve ticaretin gelişmesine yarar, öyleyse özel mülkiyetin kuruluşu, ekonomik nedenlere dayanır. Zor, bu işte hiçbir rol oynamaz. Hırsızın, başkasının malını kendine mal edebilmesinden önce, özel mülkiyet kurumunun varolması gerektiği, yani zorun eldeciliğe (possession) gerçi yer değiştirtebildiği ama özel mülkiyeti özel mülkiyet olarak meydana getiremediği açıktır!
Ama "insanın köle hizmetine koşulması"nı, hatta en yeni biçimi, ücretli emek biçimi altında açıklamak için bile işin içine ne zoru sokabiliriz, ne de zor üzerine kurulu mülkiyeti. Eski topluluğun dağılmasında, yani özel mülkiyetin dolaysız ya da dolaylı genelleşmesinde, emek ürünlerinin meta durumuna dönüşümünün, bunların kişisel tüketim için değil ama değişim için üretilmelerinin oynadığı rol üzerinde daha önce durmuştuk. Oysa Marks, Kapital'de açıkça tanıtlamıştır ki —ve bay Dühring bunun üzerine tek söz bile söylemekten sakınır— gelişmenin belirli bir düzeyinde, meta üretimi kapitalist üretim durumuna dönüşür ve bu düzeyde "meta üretimi ve dolaşımına dayanan sahiplenme yasası ya da özel mülkiyet yasası, kendi öz içsel diyalektiğinin kaçınılmaz etkisi ile kendi karşıtına: eşdeğerler değişimine dönüştü; ilk işlem olarak görünen eşdeğerler değişimi de, birinci olarak sermayenin emek-gücüne karşı değişilen parçasının, başkasının emek-ürününün eşdeğersiz sahiplenilmesinin bir bölümünden başka bir şey olmaması ve ikinci olarak, bu parçanın üreticisi, yani işçi tarafından yalnızca yenilenmesinin değil ama yeni bir artık [fazlalık] ile yenilenmesinin gerekmesi sonucu, artık ancak görünüşte böyle olacak bir biçimde değişti. ... ilk olarak, mülkiyet bize kişisel emek üzerine kurulmuş gibi görünüyordu. ... Şimdi ise mülkiyet [Marks'ın açıklaması sonunda], kapitalist bakımından başkasının emeğini karşılığını ödemeden sahiplenme hakkı, işçi bakımından da kendi öz ürününün sahiplenme olanaksızlığı olarak görünür. Mülkiyet ile emek arasındaki ayrılma, sanki bunların özdeşliklerine dayanan bir yasanın zorunlu sonucu durumuna gelir." [7*]
Bir başka deyişle: hatta her türlü hırsızlık, zor ve hile olanağını dıştalayarak, her türlü özel mülkiyetin başlangıçta mülk sahibinin kişisel çalışmasına dayandığını ve işlerin daha sonraki tüm gidişi içinde, yalnızca eşit değerlere karşı eşit değerlerin değişildiğini kabul ederek bile, üretim ve değişimin gelişmesi içinde, gene de zorunlu olarak, bugünkü kapitalist üretim biçimine, üretim ve yaşama araçlarının sayıca az tek bir sınıf elinde tekelleşmesine, engin çoğunluğu oluşturan öteki sınıfın varlıksız proleterler düzeyine düşmesine, başdöndürücü üretim ile tecimsel bunalımın devirli nöbetleşmesine ve üretimin bugünkü tüm anarşisine varırız. Bütün süreç hırsızlığa, zora, devlete ya da herhangi bir siyasal karışmaya bir tek kez bile başvurmaya gereksinme kalmaksızın, salt ekonomik nedenlerle açıklanır. "Zor üzerine kurulu mülkiyet", kendini burada da işlerin gerçek akışını anlama yetersizliğini gizlemeye yönelik palavracılıktan başka bir şey olarak göstermez.
İşlerin bu gidişi, tarihsel olarak dile getirilirse, burjuvazinin gelişme tarihidir. Eğer "siyasal durumlar ekonomik durumun belirleyici nedeni" olsaydı, modern burjuvazinin feodalizme karşı savaşım içinde gelişmemiş olması ama feodalizmin dünyaya kendi isteğiyle getirilmiş şimarık çocuğu olması gerekirdi. Herkes bilir ki, bunun tam tersi olmuştur. Başlangıçta egemen feodal soyluluğa bağımlı, her kategori angaryacı ve toprak kölesi arasından çıkıp bir araya gelmiş ezilen bir zümre (ordre) olan burjuvazi, soyluluk ile ardı arkası kesilmeyen bir savaşım içindedir ki biri arkasından bir başka erklik yerini fethetmiş ve sonunda en ileri ülkelerde onun yerine erkliğe sahip olmuştur: Fransa'da, soyluluğu doğrudan doğruya devirerek; İngiltere'de, onlan gitgide burjuvalaştırıp, kendi dekoratif taçlanması durumuna getirmek üzere kendine katarak. Peki bu duruma nasıl erişti? Yalnızca "ekonomik durum"un, er ya da geç, güzellikle ya da savaşımla, siyasal durumlardaki bir dönüşümle izlenen bir dönüşümü aracıyla. Burjuvazinin feodal soyluluğa karşı savaşımı, kentin kıra, sanayinin toprak sahipliğine, para iktisadının doğal iktisada karşı savaşımıdır ve burjuvaların bu savaşımdaki kararlaştırıcı silahları da sanayinin önce artizanal, sonra manüfaktüre değin ilerleyen gelişmesi ve ticaretin genişlemesi ile durmadan artan ekonomik güç araçları olmuştur. Bütün bu savaşım boyunca siyasal güç, krallık erkliğinin bir zümreyi ötekiyle kösteklemek için burjuvaziyi soyluluğa karşı kullandığı bir dönem dışında, soyluluğun elindeydi. Ama siyasal bakımdan henüz güçsüz olan burjuvazi, ekonomik gücündeki artış sayesinde tehlikeli olmaya başladığı andan başlayarak krallık, yeni baştan soylulukla bağlaştı ve böylece önce İngiltere'de, sonra da Fransa'da, burjuvazinin devrimine yolaçtı. Fransa'da siyasal koşullar hiçbir değişikliğe ukramamış, oysa ekonomik durum bu koşullar için çok ileri bir duruma gelmişti. Siyasal durum bakımından soyluluk her şey, burjuvazi hiçbir şey idi; toplumsal bakımdan burjuvazi şimdi devlet içindeki en önemli sınıftı, oysa soyluluk bütün toplumsal görevlerinin elinden kaçtığını görmüştü ve bu yitik görevlerin karşılığını kendi gelirleri biçimi altında cebine indirmekten başka bir şey yapmıyordu. Hepsi bu kadar değil: Bütün üretim içinde burjuvazi, bu üretimin —yalnızca manüfaktürün değil ama zanaatçılığın da— uzun zamandan beri çok büyük bir duruma gelmiş bulunduğu ortaçağın feodal siyasal biçimlerinin tutsağı; üretimin angarya ve köstekleri durumuna dönüşmüş olan binlerce loncasal ayrıcalık ile yerel ve bölgesel gümrük engellerinin tutsağı kalmıştı. Burjuvazinin devrimi, buna son verdi. Ama, bay Dühring'in ilkelerine göre, ekonomik durumu siyasal koşullara uydurarak değil, —bu, soyluluk ve krallığın yıllar boyunca boş yere girişmiş bulundukları şeyin ta kendisidir—, tersine, eski çürümüş siyasal hurdayı bir yana atarak ve yeni "ekonomik durum"un içinde varlığını sürdürüp geliştirebileceği siyasal koşulları yaratarak. Ve kendisi için yaratılmış bu siyasal ve hukuksal ortam içinde burjuvazi, parlak bir biçimde gelişti; öylesine parlak bir biçimde ki bundan böyle, artık soyluluğun 1789'daki konumundan uzakta değildir: Gitgide yalnızca daha büyük bir toplumsal gereksizlik duramuna değil ama daha büyük bir toplumsal engel durumuna da gelir; üretici eylemden gitgide daha çok ayrılır ve kendi çağındaki soyluluk gibi, gitgide daha çok gelirini cebine indirmekten başka bir şey yapmayan bir sınıf olur ve burjuvazi kendi öz konumundaki bu altüst oluşu ve yeni bir sınıfın, proletaryanın yaratılmasını, en küçük bir zor numarası olmaksızın, salt ekonomik bir biçimde gerekleştirmiştir. Dahası var. O kendi öz davranışlarının bu sonucunu hiçbir zaman istemedi; tersine bu sonuç, onun istencine, onun niyetine karşı kendini karşı konulmaz bir güç ile zorla kabul ettirdi; kendi öz üretken güçleri onun yönetimine boyun eğmeyecek denli güçlü bir duruma gelmişlerdir ve doğal bir zorunluluk etkisi altındaymış gibi, bütün burjuva toplumu ya yıkıma, ya da devrime doğru götürürler. Ve eğer burjuvalar şimdi yıkılan "ekonomik durum"u yıkımdan kurtarmak için zora başvuruyorlarsa, böyle yapmakla yalnızca bay Dühring'in "siyasal koşulların ekonomik durumun belirleyici nedeni olduğu" yolundaki kuruntusunun kurbanları olduklarını tanıtlıyorlar; kendilerinin, tıpkı bay Dühring gibi, "ilkel araçlar" ile, "dolaysız siyasal zor" ile, o "ikinci dereceden olguları", ekonomik durum ve onun kaçınılmaz evrimini dönüştürmeye ve böylece Krupp topları ile Mauser tüfeklerinin ateşi sayesinde, dünyayı buhar makinesinin ve onun tarafından harekete getirilmiş modern maşinizmin, dünya ticaretinin ve banka ve kredinin bugünkü gelişmesinin ekonomik etkilerinden kurtarmaya yetenekli olduklarını sanıyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.