İlkin, bay Marks, sermaye konusunda, sermayenin üretilmiş bir üretim aracı olduğu yolundaki geçerli iktisadi anlayışa sahip değil; tersine, ortaya diyalektik tarihe bağlı ve kavramlar ile tarihe uygulanan başkalaşmalar oyunu içine giren daha özel bir fikir atmaya çalışır. Sermaye, ona göre, paradan meydana gelir; 16. yüzyıl ile, yani bu dönemde ortaya çıktığı kabul edilen dünya pazarının ilk başlangıcı ile başlayan tarihsel bir evre oluşturur. Böylesine bir anlayış içinde, iktisadi çözümlemenin kesinliğinin kaybolduğu açıktır. Düşüncenin bu yarı-tarihsel yarı-mantıksal olmak isteyen, ama gerçekte tarih ve mantıkta zirzopça fikirlere sahip bir kafanın melez ürünlerinden başka bir şey olmayan bu düzensiz görüşlerinde, anlığın ayırdetme yetisi, kavramın her türlü uygun kullanılışı ile birlikte yok olur, — ve aldatmaca böylece bütün bir sayfa boyunca sürüp gider.
Marks'ın sermaye kavramını nitelendirme biçimi, gerçek iktisat öğretisinde karışıklıktan başka bir şey yaratmaz. ... Derin mantıksal doğruluklar olarak yutturulan boşluklar. ... Hareket noktasının sakatlığı vb..
Demek ki, Marks'a göre, sermaye, 16. yüzyılın başında paradan çıkmış. Bu, maden paranın, vaktiyle hayvan sürüsü, başka görevler arasında, para görevleri de gördüğü için, tam otuz yüzyıl önce hayvan sürüsünden çıktığını söylemek gibi bir şey oluyor. Düşüncesini dünyada böylesine kaba ve böylesine tuhaf bir biçimde dile getirmeye yetenekli olacak bir bay Dühring var. Marks'ta, meta dolaşımı sürecinin içlerinde evrimlendiği iktisadi biçimlerin çözümlenmesinde, para, son biçim olarak ortaya çıkar.
Meta dolaşımının bu son ürünü, sermayenin göründüğü ilk biçimidir. Tarih açısından sermaye, toprak mülkiyetinin tersine, her zaman başlangıçta para biçimini alıyor; paradan oluşan servet, tüccar ve tefeci sermayesi olarak ortaya çıkıyor. Bunu her gün kendi gözümüzle görüyoruz. Her yeni sermaye, başlangıçta sahneye, yani piyasaya, ister meta, ister emek ya da ister para piyasasına, günümüzde bile, belirli be süreçle sermayeye dönüşeceği para biçiminde çıkıyor.[22*]
Yani bu, Marks'ın bir kez daha saptadığı bir olgu. Bu olguya karşı çıkmakta yeteneksiz olan bay Dühring, bunu çarpıtır: sermaye, paradan doğarmış!
Marks, paranın sermaye durumuna dönüştüğü süreçleri irdeleyerek devam eder, ve ilkin paranın sermaye olarak altında dolaştığı biçimin, metaların genel eşdeğeri olarak altında dolaştığı biçimin tersine çevrilmişi olduğunu bulur. Sıradan bir meta sahibi, satın almak için satar; gereksinme duymadığı şeyi satar, ve elde ettiği para ile, gereksinme duyduğu şeyi satın alır. İşe başlayan kapitalist ise, hemen gereksinme duymadığı şeyi satın alır; satmak, ve ilk olarak satınalma işinde kullandığı para değerini, para biçiminde bir çoğalma, Marks'ın artı-değer adını verdiği bir çoğalma ile artmış olarak, yeniden elde etme amacıyla, daha pahalıya satmak için satın alır.
Bu artı-değerin kökeni nedir? Bu artı-değer, ne alıcının metaları değerin altında satın almasından gelebilir, ne de satıcının onları değerin üstünde satmasından. Çünkü, her iki durumda da, herkes sırasıyla bir satıcı, bir de alıcı olduğuna göre, her bireyin kazanç ve yitikleri birbirini ödünler. Dolandan (hileden) da gelemez, çünkü dolan gerçi birini bir başkası zararına zenginleştirebilir, ama ne her ikisi tarafından sahip olunan tutarı, ne de, genel olarak dolaşan değerler tutarını artırabilir. "Herhangi bir ülkedeki kapitalist sınıf, bir bütün olarak, birbirlerinden kâr sağlayamazlar."[23*]
Ama gene de her ülkenin tüm kapitalistler sınıfının, aldılğından daha pahalıya satarak, artı-değeri kendine malederek, gözlerimizin önünde durmadan zenginleştiğini görürüz. Öyleyse gene başladığımız noktada bulunuyoruz: bu artı-değer nerden geliyor? Çözülmesi ve salt ekonomik biçimde, her türlü dolanı, herhangi bir zorun her türlü bir karışmasını dıştalayarak gözülmesi gereken sorun, işte budur. Gerçekte, eşit değerlerin her zaman eşit değerler ile değiştirildikleri varsayıldığına göre, durmadan aldığından daha pahalıya satmak nasıl olanaklı oluyor?
Bu sorunun çözümü, Marks'ın yapıtının, en çağr açıcı başarısıdır. Bu başarı, vaktiyle sosyalistlerin burjuva iktisatçılardan hiç bir üstünlüğe sahip bulunmaksızın en koyu karanlıklarda elyordamı ile yürüdükleri ekonomik konular üzerine parlak bir ışık saçar. Bilimsel sosyalizm bu başarıyla başlar, bu başarı yöresinde kümelenir.
Çözüm şudur: Sermaye durumuna dönüşecek olan paradaki değer artışı, bu para içinde meydana gelemez ya da satınalmadan çıkamaz, çünkü bu para, burada, meta fiyatını gerçekleştirmekten (paraya çevirmekten) başka bir şey yapmaz; ve eşit değerlerin değiştirildiğini varsaydığımıza göre, bu fiyat, meta değerinden farklı değildir. Ama, aynı nedenden ötürü, değer artışı, meta satışından da ileri gelemez. Öyleyse, değişiklik, satın alınmış bulunan meta ile birlikte meydana gelmelidir; değeri üzerinden satılmış olduğu için değeri ile birlikte değil, ama tersine, kullanım-değeri olarak kullanım-değeri ile birlikte, yani değer değişikliği metaın tüketiminden çıkmalıdır.
Metaın kullanım-değerinden bir değişim-değeri çıkarabilmek için, paralı adamın ... pazarda kullanım-değeri değişim-değer kaynagğ olma özel niteliğine sahip, öyle ki tüketilmesini emek gerçekleştirecek ve dolayısıyla değer yaratacak bir meta bulma talihine sahip olması gerekirdi. Ve dostumuz pazarda bu özel nitelikte donatılmış bir metayı gerçekten bulur — bunun adı emek kudreti ya da emek-gücüdür.[24*]
Her ne kadar, görmüş bulunduğumuz gibi, emek, emek olarak değer taşımazsa da, emek-gücü için durum hiç de böyle değildir. Emek-gücü, gerçekte, buğün olduğu gibi, meta durumuna gelir gelmez bir değer kazanır, ve bu değer, "öteki her metada olduğu gibi, bu özel nesnenin üretimi ve dolayısıyla yeniden üretimi için gerekli emek-zamanı ile"[25*] yani işçinin kendini çalışabilecek durumda tutmak ve neslini sürdürmek için gereksinme duyduğu yaşama araçlarının üretimi bakımından gerekli emek-zamanı ile belirlenir. Bu yaşama araçlarının, her gün için, altı saatlik bir emek-zamanını temsil ettiklerini kabul edelim. Buna göre, işini yürütmek için emek-gücü satın alan, yani bir işçi tutan bizim yeni kapitalistimiz, ona, altı saatlik emeği temsil eden bir para tutarı ödediği zaman, bu işçiye, emek-gücünün tam günlük değerini ödemiş olur. Ne var ki, işçi, yeni kapitalistin hizmetinde altı saat çalışır çalışmaz, ona giderini, onun ödemiş bulunduğu emek-gücünün günlük değerini tamamen ödemiş bir duruma geçer. Ama para, bununla, sermaye durumuna dönüşmüş, artı-değer üretmiş olmaz. Bu nedenle, emek-gücü alıcısı, yaptığı pazarlığın niteliği konusunda tamamen farklı bir kanıya sahiptir. İşçiyi yirmidört saat boyunca yaşamda tutmak için altı saat çalışmanın yetmesi, onu yirmidört saatte oniki saat çalışmaktan hiç mi hiç alıkoymaz. Emek-gücünün değeri ile bu gücün çalışma (emek) süreci içinde değerlendirilmesi iki farklı büyüklüktür. Paralı adam emek-gücünün günlük değerini ödemiştir, öyleyse bu gücün gün boyunca kullanılması, yani günlük çalışma da onun malıdır. Eğer bu gücün kullanılmasının bir günde yarattığı değer, kendi öz günlük değerinin iki katıysa, bu, satınalıcı bakımından özel bir talihtir, ama meta değişimi yasalarına göre, satıcıya karşı hiç de bir haksızlık değildir. Demek ki, işçi, varsayımımıza göre, paralı adama her gün altı saatlik emeğinin değer olarak tutarına malolur, ama ona her gün oniki saatlik emeğinin değer olarak tutarını sağlar. Paralı adam yararına fark: ödenmemiş altı saatlik artı-emek, içinde altı saatlik emeğin cisimleştiği ödenmemiş bir artı-ürün. Oyun oynanmıştır. Artı-değer üretilmiş, para, sermaye durumuna dönüşmüştür.
Marks, artı-değerin doğuş biçimini ve meta değişimini düzenleyen yasaların egemenliği altında artı-değerin doğabileceği tek biçimi böylece tanıtlayarak, bugünkü kapitalist üretim biçimi ile ona dayanan temellük biçiminin işleyişini açıklamış, tüm bugünkü rejimin yöresinde billurlaştıgı çekirdeği bulmuştur.
Sermayenin bu doğuşu gene de esas olarak bir koşula bağlı:
Paranın sermayeye çevrilebilmesi için, demek ki, para sahibinin özgür emekçi ile karşı karşıya gelmesi gerekir; bu, emekçinin iki anlamda özgür olması demektir: hem emek-gücünü kendi öz metaı gibi satabilecek durumda özgür bir insan olması gerekir, hem de satmak için elinde başka bir meta olmaması, emek-gücünü gerçekleştirmesi için gerekli her şeyden yoksun bulunması gerekir.[26*]
Ama bir yanda para ve meta sahipleri ile öte yanda kendi öz emek-güçleri dışında hiç bir şeye sahip olmayanlar arasındaki bu ilişki, ne şeylerin doğasında bulunan, ne de tarihin bütün dönemlerinde görülen bir ilişki değil, "geçmiş tarihsel gelişmelerin sonucu, ... bir dizi eski toplumsal üretim biçimlerinin yokolup gitmesinin bir ürünü olduğu açık bir şeydir."[27*]
Ve, gerçekte, bu özgür işçi, bize, tarihte yığınsal olarak kendini ilk kez feodal üretim biçiminin dağılması üzerine, 15 yüzyılın sonu ile 16. yüzyılın başında gösterir. Ama bununla, ve dünya ticareti ve dünya pazarının aynı döneme raslayan kuruluşu ile, üzerinde, elde bulunan taşınır zenginliğin zorunlu olarak gitgide sermaye durumuna dönüştüğü ve artı-değer üretimine yönelik kapitalist üretim biçiminin zorunlu olarak gitgide tek başına egemen biçim durumuna geldiği temel de verilmiş bulunmaktadır.
Şimdiye değin, Marks'ın "düzensiz görüşler"ini, "anlığın ayırdetme yetisinin, kavramın her türlü uygun kullanılışı ile birlikte yok olduğu" o "tarihte ve mantıkta zırzopça fikirlere sahip bir kafanın melez ürünleri"ni izledik. Şimdi bu "boşluklar"ı, bay Dühring'in bize sunduğu biçimde, "derin mantıksal doğruluklar" ve "gerçek disiplinler anlamında kesin bir bilimin son sözü" ile karşılaştıralım.
Demek ki, Marks, sermaye üzerine, sermayenin üretilmiş bir üretim aracı olduğu yolundaki "geçerli ekonomik anlayış"a sahip değil; tersine, bir değerler tutarının, ancak artı-değer yaratarak gerçekleştiği (paraya çevrildiği) zaman sermaye durumuna döneceğini söyler. Ya bay Dühring ne der?
Sermaye, üretimi sürdürmek ve genel emek-gücü meyveleri üzerinde ortaklıklar kurmak için ekonomik kudret araçlarının bir kaynağıdır.
Bilmece gibi üsluba, ve deyişi bir kez daha nitelendiren karışıklığa karşın, bir şey kesindir: ekonomik kudret araçlarının kaynağı, bay Dühring'in kendi terimlerine göre, "genel emek-gücü meyveleri üzerinde ortaklıklar", yani artı-değer ya da en azından artı-ürün meydana getirmediği sürece, sermaye durumuna dönüşmeksizin, üretimi, kıyamete kadar sürdürebilecektir. Demek ki, bay Dühring, onu, sermaye üzerine geçerli iktisadi anlayışa sahip olmaktan allkoyan günah nedeniyle Marks'ı eleştirirken, sadece kendisi de aynı günahı işlemekle kalmaz, ama ayrıca Marks'tan, tumturaklı deyişler altında "iyi gizlenmemiş" beceriksiz bir çalıntı da yapar.
262. sayfa, açındırmaya devam eder:
Toplumsal anlamda sermaye [ve bay Dühring'e toplumsal anlamda olmayan bir sermaye bulması kalıyor], gerçekte, arı üretim aracından özgül olarak farklıdır; çünkü üretim aracı salt teknik bir niteliğe sahip ve bütün koşullarda zorunlu olduğu halde, sermaye, kendini, paylara katılma ve paylar yaratma toplumsal gücü aracıyla gösterir. Gerçi toplumsal sermaye büyük bölümü bakımından, toplumsal işlevi içinde, teknik üretim aracından başka bir şey değildir; ama işte tam da o işlevin kendisidir ki ... ortadan kalkacaktır.
Eğer bir değerler tutarının sermaye durumuna dönüşmesi için zorunlu "toplumsal işlev"i ilk olarak değerlendiren kimsenin Marks'ın ta kendisi olduğunu düşünürsek, "Marks'ın sermaye kavramını karakterize etme biçiminin", bay Dühring'in sandığı gibi, asıl iktisat öğretisinde değil, ama, —gereğinden çok belli olduğu gibi—, sadece ve sadece, Dersler'de bu sözü geçen sermaye kavramından nasıl yararlandığını Eleştirel Tarih'te unutmuş bulunan bay Dühring'in kafasında "karışıklıktan başka bir şey yaratmadığı, kuşkusuz bu konuda dikkatli her gözlemci için hemen ortaya çıkacaktır."
Bununla birlikte, bay Dühring, kendi sermaye tanımını, "arıtılmış" bir biçim altında da olsa, Marks'tan almakla yetinmez. Onu, hem de bu işten "düşüncenin düzensiz görüşleri"nden, "boşluklar"dan, "hareket noktasının sakatlığı"ndan, vb. başka hiç bir şey çıkmayacağını herkesten daha iyi bilerek, "kavramlara ve tarihe uygulanmış değişmeler oyunu"nda da izlemesi gerekir. Sermayenin, onu, başkasının emek ürünlerini sahiplenebilecek bir duruma getiren ve basit üretim aracından ayırdeden bu "toplumsal işlev"i nerden gelir? bay Dühring, bu işlev "üretim araçlarının niteliğine ve onlardan vazgeçme teknik olanaksızlığına" dayanmaz, der. Öyleyse bu görevin tarihsel bir kökeni vardır, ve 252. sayfada, bay Dühring, bunun kökenini, biri, tarihin başlangıcında, ötekine karşı zor kullanarak kendi üretim aracını sermaye durumuna dönüştüren iki adamcağızın o eski macerasıyla açıkladığı zaman, daha önce on kez dinlediğimiz şeyi yinelemekten başka bir şey yapmaz. Ama bir değer toplamının, kendisi olmaksızın sermaye durumuna dönüşemeyeceği toplumsal işleve tarihsel bir başlangıç göstermekle yetinmeyen bay Dühring, vahiy yolu ile, ona tarihsel bir son da gösterir. "Ortadan kalkacak olanın ta kendisi", işte bu işlevdir. Tarihsel bir kökene sahip ve gene tarihsel olarak ortadan kalkacak bir olay, günlük dilde, çoğu kez "tarihsel evre" adını alır. Öyleyse, sermaye, sadece Marks'ta değil, ama bay Dühring'de de tarihsel bir evredir, ve bu nedenle de, burada ikiyüzlüler karşısında bulunduğumuz sonucunu çıkarma zorundayız. Eğer iki adam aynı şeyi yaparsa, bu aynı şey değildir; eğer Marks, sermaye tarihsel bir evredir derse, bu, düşüncenin düzensiz bir görüşü, tarihte ve mantıkta zırzopça fikirlere sahip bir kafanın, kendisiyle birlikte kavramın her türlü uygun kullanılışının olduğu gibi, ayırdetme yetisinin de yok olduğu melez bir ürünüdür. Eğer bay Dühring, aynı biçimde, sermayeyi, tarihsel bir evre olarak sunarsa, bu da iktisadi çözümlemenin sağlamlığının kanıtı ve gerçek disiplinler anlamında en kesin bilimin en son sözüdür.
Peki Dühring ve Marks'ta sermaye fikri birbirinden nerede ayrılır?
Sermaye, der Marks, artı-emeği icat etmemiştir. Toplumun bir kesiminin üretim araçları üzerinde tekele sahip olduğu her yerde, işçi, özgür olsun olmasın, kendi varlığını sürdürmek için gerekli emek-zamanına, üretim araçlarına sahip olanların yaşamaları için gerekli tüketim maddelerini üretmek için de fazladan bir emek-zamanını eklemek zorunda kalmıştır.[28*]
Demek ki, artı-emek, yani işçinin koruması için gerekli zamanın ötesindeki emek ve artı-emek ürününün başkaları tarafından sahiplenilmesi, sınıf çelişkileri içinde evrimlendikleri ölçüde, bütün geçmiş toplumsal biçimlerin ortak özelliğidir. Ama sadece bu artı-emek ürünü, artı-değer biçimini aldığı, üretim araçları sahibi sömürü konusu olarak karşısında özgür —toplumsal bağlardan ve kendi malı olabilecek her şeyden özgür— işçiyi bulduğu ve meta üretme ereğiyle onu sömürdüğü gün, sadece o zamandır ki, Marks'a göre, üretim aracı, özgül sermaye niteliğini kazanır. Ve bu iş de, ancak, 15. yüzyıl sonu ve 16. yüzyıl başından başlayarak olmuştur.
Bay Dühring, buna karşılık, "genel emek-gücü meyveleri üzerinde ortaklıklar kuran", yani hangi biçim altında olursa olsun artı-emek sağlayan bütün üretim araçları toplamını sermaye olarak ilân eder. Bir başka deyişle, bay Dühring, Marks tarafından bulunan artı-emeği, gene Marks tarafından bulunan ve bir an için, işine gelmeyen artı-değeri yıkmak için kullanmak amacıyla, kendine maleder. Yani bay Dühring'e göre, sadece mülklerini kölelerle işleten Korent ve Atina yurttaşlarının taşınır ve taşınmaz zenginliği değil, ama herhangi bir biçimde üretime yaradığı ölçüde, İmparatorluğun büyük Romalı toprak sahiplerinin zenginliği ile ortaçağ feodal baronlarının zenginliği de, ayrım gözetilmeksizin, hep sermayedir.
Demek oluyor ki, bay Dühring de "sermaye üzerine, üretilmiş bir üretim aracı olduğu yolundaki geçerli kavram"a değil, tersine, üretilmiş olmayan üretim araçlarını, toprağı ve onun doğal kaynaklarını bile kapsayan tamamen karşıt bir kavrama sahip. Nedir ki, sermayenin düpedüz "üretilmiş bir üretim aracı" olduğu fikrinin, yeniden, sadece yüzeysel iktisatta geçerliği vardır. bay Dühring'in öylesine sevdiği bu yüzeysel iktisat dışında, "üretilmiş üretim aracı" ya da genel olarak bir değer tutarı ancak kâr ya da faiz getirdiği, yani ödenmemiş emek artı-ürününü, artı-değer biçimi altında, ve yeniden, artı-değerin bu iki belirli çeşidi biçimi altında sahiplenildiği için, sermaye durumuna dönüşür. Bütün burjuva iktisadının, kâr ya da faiz getirme özelliğinin, çok doğal olarak, normal koşullar altında üretim ya da değişimde kullanılan herhangi bir değer tutarına düştüğü fikrinin tutsağı olması, bununla tamamen ilgisiz kalır. Klasik iktisatta, sermaye ile kâr, ya da sermaye ile faiz, aynı şekilde birbirinden ayrılmaz şeylerdir; birbirleriyle neden ve sonuç, baba ile oğul, dün ve bugün gibi aynı karşılıklı ilişki içinde bulunurlar. Ama, modern iktisadi anlamıyla sermaye terimi, ancak şeyin kendisinin ortaya çıktığı, taşınır zenginliğin, meta üretmek için özgür işçilerin artı-emeğini sömürerek gitgide bir sermaye görevi kazandığı tarihte ortaya çıkar: gerçekte, bu sözcük tarihin gördüğü ilk kapitalistler ulusu tarafından 15. ve 16. yüzyıl İtalyanları tarafından kabul ettirilir. Eğer Marks'ın modern sermayeye özgü temellük biçimini tepeden tırnağa çözümleyen ilk kişi olduğu doğruysa, eğer sermaye kavramını, son çözümlemede kendilerinden çıktığı ve varlığını kendilerine borçlu bulunduğu tarihsel olgular ile uyum içine koyan oysa; eğer Marks'ın, buna yaparak, bu iktisadi kavramı, klasik burjuva iktisadı ve kendisinden önceki sosyalistlerde bile henüz kurtulamamış bulunduğu karışık ve bulanık betimlemelerden kurtardığı doğruysa, o zaman, bay Dühring'in ağzından hiç düşmeyen ve onda öylesine acı bir biçimde eksik olan "en kesin bilimsel anlayışın son sözü" ile iş gören de Marks'tan başkası değildir.
Gerçekten, işler, bay Dühring'de büsbütün başka türlü olup biter. Ona, bunu daha sonra bizzat kendisi tarihsel bir evre olarak sunmak üzere, sermayenin tarihsel evre olarak betimlenmesi karşısında, bunu "tarihte ve mantıkta zırzopça fikirlere sahip bir kafanın melez ürünü" olarak karşılamak yetmez: ayrıca bütün iktisadi kudret araçlarını, "genel emek-gücü meyvesinden paylar" alan, öyleyse tüm sınıflı toplumlardaki toprak mülkiyeti dahil, bütün üretim araçlarını da açıkça sermaye olarak ilân eder; ama bu durum, Dersler'inin 156. ve daha sonraki sayfalarında bol bol görülebileceği gibi, daha sonra toprak mülkiyeti ile toprak rantını, gelenekle tam bir uyumluluk durumunda, sermaye ile kârdan ayırmak, ve bunun sonucu sermaye adını sadece kâr ya da faiz getiren üretim araçlarına saklamak için, ona en küçük bir sıkıntı bile vermez. bay Dühring, aynı biçimde, arabaları hareket ettirmeye yaradıklarına göre, atları, öküzleri, eşekleri ve köpekleri hemen lokomotif adı altında toplayabilir, ve bugünkü mühendisleri, lokomotif terimini sadece modern buharlı arabaya saklayarak, bu terimi, tarihsel bir evre haline getirmekle suçlayabilirdi; onları, böyle yapmakla, kendilerini düşüncenin düzensiz görüşlerine, tarihte ve mantıkta zırzopça fikirlere sahip bir kafanın melezliklerine vb. kaptırmış olmakla suçlayabilirdi. Bundan sonra, ona, atların, eşeklerin, öküzlerin ve köpeklerin lokomotif adlandırması dışında kaldıklarını ve bu adlandırmanın sadece buharlı araba için uygun olduğunu açıklamaktan başka bir şey kalmazdı. — Yani, böylece, iktisadi çözümlemeye tüm kesinliğini yitirten şeyin, sermaye fikrinin Dühringvari anlayışı olduğunu; düşüncenin düzensiz görüşlerinin, karışıklığın, derin mantıksal doğruluklar olarak yutturulan boşlukların, hareket noktalarının sakatlığının bay Dühring'de pıtrak gibi bulunduğunu bir kez daha, söylemek zorunda kalıyoruz.
Ama önemi yok! bay Dühring, bütün geçmiş iktisadın, bütün siyasetin, ve bütün hukuk ıvır-zıvırının, kısacası tüm geçmiş tarihin çevresinde dönendiği ekseni bulmuş olma ününü koruyacak. Bu eksen, işte şudur:
Zor ve emek, toplumsal bağların oluşmasında hesaba katılan başlıca iki etkendir.
Bugüne kadarki iktisadi dünyanın tüm anayasası bu tek tümcede yatar. Şu biçimde kaleme alınan son derece kısa bir anayasa:
Madde 1: Emek, üretir.
Madde 2: Zor, bölüştürür.
Ve, "kibarca söylemek gerekirse", bay Dühring'in tüm iktisat bilgisi de, işte budur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.