3 Ocak 2014 Cuma

İKİNCİ KISIM - ÜÇÜNCÜ BÖLÜM - ZOR TEORİSİ (DEVAM)

Gene de bay Dühring'in o gücü her şeye yeten "zor"unu biraz daha yakından inceleyelim. Robinson, Cuma'yi "elde kılıç" köleleştirir. Kılıcı nerden almış? Robinson öykülerinin düşsel adalarında bile kılıçlar, şimdiye değin ağaçlar üzerinde bitmez ve bay Dühring bu soruyu yanıtsız bırakır. Tıpkı Robinson'un kendine bir kılıç bulabilmesi gibi, Cuma'nın da bir sabah elde dolu bir tabanca ile ortaya çıktığını kabul edebiliriz ve o zaman tüm "zor" ilişkisi tersine döner: Cuma buyurur ve Robinson imanı gevrercesine çalışma zorunda kalır. Doğrusunu söylemek gerekirse bilimin değil çocuk bahçesinin işi olan Robinson ve Cuma öyküsü üzerindeki fikirlere bu denli sık döndüğümüzden ötürü okurdan özür dileriz, ama elimizden ne gelir? Bay Dühring'in belitsel yöntemini doğrulukla uygulamak zorundayız ve eğer bundan ötürü sürekli olarak salt çocukluk alanında dönüp duruyorsak, bunda bizim suçumuz yok. Demek ki, tabanca, kılıcı yener ve zorun yalın bir istenç işi olmadığını, ama kullanılması için çok gerçek önkoşullar, özellikle en yetkin olanların o denli yetkin olmayanları altettiği aletler istediğini; ayrıca bu aletlerin üretilmesi gerektiğini, bunun da en yetkin zor araçları, kabaca söylemek gerekirse en yetkin silahlar üreticisinin, o denli yetkin olmayanların üreticisini yendiği anlamına geldiğini, ve kısacası, zorun utkusunun silah üretimine, ve silah üretiminin de genel olarak üretime, yani "ekonomik güç"e, "ekonomik durum"a, zorun emrinde bulunan maddesel araçlara dayandığını, en çocuksu belitler heveslisi bile kuşkusuz kavrayacaktır. 

Zor, bugün ordu ve donanma demektir, ve her ikisi de hepimizin zararını çekerek bildiğimiz gibi, "tuzluya oturur". Ama zor, para yapamaz, olsa olsa daha önce para yapmış bulunan kişiyi soyup soğana çevirebilir ve gene Fransa'nın milyonları yüzünden zararını çekerek öğrendiğimiz gibi, bu da pek bir işe yaramaz. [8*] Demek ki paranın sonunda, ekonomik üretim yolu ile sağlanmış olması gerekir; demek ki zor, bir kez daha, kendisine silahlanma ve aletlerini koruma araçlarını sağlayan ekonomik durum tarafından belirlenir. Ama bu yetmez. Ekonomik önkoşullara hiçbir şey ordu ve donanmadan daha çok bağlı değildir. Silahlanma, bileşim, örgütlenme, taktik ve strateji, her şeyden önce üretim ve ulaştırma olanakları tarafından her durumda ulaşılmış bulunan düzeye bağlıdır. Bu konuda bir altüst etme etkisi yapan şey, deha sahibi buyük komutanların "özgür zekâ yaratılan" değil, daha iyi silahların türetimi ve insan öğesinin, yani askerin değişmesidir; deha sahibi büyük komutanların etkisi, en iyi durumda savaş yöntemini, silahlara ve yeni savaşçılara uyarlamakla sınırlanır. 

14. yüzyıl başında top barutu Araplardan Batı Avrupalılara geçti ve herkesin bildiği gibi savaşın bütün güdümünü altüst etti. Ama top barutunun ve ateşli silahların ortaya çıkması, hiçbir zaman bir zor olayı değil sınai, yani ekonomik bir gelişme idi. Nesnelerin ister üretimine, ister yıkımına yönelsin, sanayi sanayidir. Ve ateşli silahların ortaya çıkmasının, yalnızca savaşın güdümü üzerinde değil ama siyasal ilişkiler, egemenlik ve bağımlılık ilişkileri üzerinde de altüst edişi bir etkisi oldu. Barut ve ateşli silahlar elde etmek için sanayi ve para gerekiyordu ve bunların her ikisi de kentlerdeki burjuvalarda vardı. Bu nedenle ateşli silahlar, daha başından beri kentlerin ve feodal soyluluğa karşı kentlere dayanan, yükselen krallığın silahları oldu. Soylu şatoların o güne değin ele geçirilemez hisarları, burjuva toplarının darbeleri altında bir bir düştü, burjuva arkebüzlerinin [9*] mermileri şövalyelerin zırhlarını deldi. Soyluluğun zırhlı süvarisi ile birlikte, soyluluğun egemenliği de yıkıldı; burjuvazinin gelişmesiyle birlikte, piyade ve topçu gitgide daha kesin bir silah durumuna geldi; topçuluğun baskısı altında savaş zanaatı, tamamen sinai yeni bir sınıfı, mühendisler sınıfını kendine katma zorunda kaldı. 

Ateşli silahların gelişmesi çok yavaş oldu. Birçok ufak tefek buluşlara karşın top ağır, arkebüz kaba kalıyordu. Tüm piyadeyi donatacak etkili bir silah geliştirmek için üçyüz yıldan çok bir süre gerekti. Piyadenin silahlanmasında süngülü çakmaklı tüfek, ancak 18. yüzyılın başında kesinlikle mızrağın yerini alır. O zamanki piyade, talimde güzel bir görünüşe sahip ama az güvenilir ve yalnızca sopa ile bir arada tutulabilen, prenslerin hizmetindeki paralı askerlerden oluşuyordu; toplumun en bozulmuş öğeleri arasından ve çoğu kez zorla askere alınmış düşman savaş tutsakları arasından toplanmıştı ve bu askerlerin yeni tüfeği kullanabildikleri tek savaş biçimi de en büyük gelişmesine Friedrich II çağında erişen saf taktiği idi. Bir ordudaki tüm piyade, çok uzun, derin bir dörtgen biçiminde üç saf üzerinden diziliyor ve savaş düzeninde ancak blok olarak hareket ediyordu; olsa olsa iki kanattan birinin biraz ilerlemesi ya da gerilemesine izin veriliyordu. Bu beceriksiz yığın, ancak tamamen düz bir alan üzerinde düzenli bir biçimde, ama gene de yavaş bir tempo ile (dakikada 75 adım) hareket edebiliyordu; çarpışma sırasında savaş düzenini değiştirmek olanaksızdı ve bir kez piyade ateşe başladıktan sonra, utku ya da bozgun çok çabuk, bir tek atışta belli oluyordu. 

Pek kullanışli olmayan bu saflar, Amerikan bağımsızlık savaşında, gerçi talim yapmasını bilmeyen ama gene de yivli karabinaları ile daha iyi ateş eden asi çeteler ile çarpıştılar; bu çeteler kendi öz çıkarları için savaşıyorlar, yani paralı asker birlikleri gibi savaştan kaçmıyorlardı ve İngilizlerle, onlar gibi saf durumunda dizilerek ve açık alanda çatışmaktan hoşlanmıyor, onların karşısına, ormanların örtüsü altında, dağınık ve çok hareketli avcı grupları biçiminde çıkıyorlardı. Saf burada güçsüzdü ve görünmez ve ele geçmez düşmanlara yenik düşüyordu. Avcı grupları biçiminde düzenlenme, değişmiş bir insan öğesine özgü yeni savaş yöntemi, bir kez daha bulgulanıyordu. 

Amerikan devriminde başlamış bulunan şeyi, gene askersel alanda Fransız devrimi tamamladı. Koalisyonun o denli iyi yetiştirilmiş paralı ordularına karşı, devrimin de kötü talim görmüş ama kalabalık, tüm ulusun yığın olarak silah altına alınmasından başka çıkaracak bir şeyi yoktu. Ama bu yığınlarla Paris'i korumak, yani belirli bir bölgeyi örtmek gerekiyordu ve bu iş, açıkta yapılan bir yığın savaşında bir utku kazanılmaksızın yapılamazdı. Basit avcı savaşı yetmiyordu: Yığınların kullanımı için bir kuruluş bulunması gerekiyordu ve yürüyüş kolu ile bu kuruluş bulundu. Kol düzeni, iyi talim görmemiş birliklerin bile hayli düzenli ve hatta daha büyük bir yürüyüş hızı (dakikada 100 adım ve daha çok) ile hareket etmelerini sağlıyordu; eski saf düzeninin katı biçimlerini çökertmeyi, her türlü alan üzerinde, yani saf için en elverişsiz alanlar üzerinde de savaşmayı, birlikleri gereksinmelere uygun bir biçimde ve dağınık avcıların savaşı ile bağlılık içinde kümelendirmeyi, düşman saflarını yedekte tutulmuş yığınlarla konumun en uygun noktasında bozma zamanı gelene değin onları tutmayı, oyalamayı ve güçten düşürmeyi sağlıyordu. Eğer sonunda, avcılar ile yürüyüş kollarının bağdaşımına ve ordunun bütün sınıflardan oluşmuş tümenler ya da özerkli birlikler biçimindeki bölünmesine dayanan ve taktik bakımından olduğu denli stratejik bakımdan da yetkinliğinin doruğuna Napoléon tarafından vardırılan bu yeni savaş yöntemi zorunlu bir duruma geldiyse bu, özellikle insan öğesinin, Fransız devrimi askerinin değişmesi nedeniyle oldu. Ama bunun teknik alanda büyük bir önem taşıyan iki önkoşulu daha vardı: Birincisi, sahra toplarının Gribeauval tarafından gerçekleştirilen ve şimdi onlardan beklenen daha hızlı bir hareketi olanaklı kılan daha hafif top kundakları üzerine montaji; ikincisi de o zamana değin namlunun düpedüz bir uzantısı olan tüfek dipçiğinin kamburlaştırılması; Fransa'da 1777'de ortaya çıkan bu av tüfeğinden aktarma yenilik, tek başına alınmış bir düşmana, vurma şanslarıyla birlikte, nişan alınmasını sağlıyordu. Bu gelişmeler olmasaydı, eski silahlarla avcı kolları biçiminde eylemce (harekât) yapılamazdı. 

Tüm halkın silahlandırılması biçimindeki devrimci sistem az sonra (zenginler yararına bedel yöntemi ile birlikte) askerlik yoklamasıyla (conscription) sınırlandırıldi ve kıta Avrupası büyük devletlerinden çoğunda bu biçim altında kabul edildi. Yalnızca Prusya, kendi Landwehr sistemi ile halkın askersel gücüne daha büyük bir ölçüde başvurmayı denedi. Prusya ayrıca —1830 ile 1860 arasında yetkinleştirilmiş bulunan ağızdan dolma yivli tüfek tarafından oynanan geleceği olmayan rolden sonra—, bütün piyadelerini en modern silahla, namlu dibinden doldurulan yivli tüfekle donatmış olan ilk devlettir. Prusya 1866'daki başarılarını işte bu iki koşula borçludur. 

Fransız-Alman savaşında, her ikisi de namlu dibinden doldurulan yivli tüfek kullanan iki ordu —ve her ikisi de Prusyalıların yardımıyla yeni silahlanmaya daha uygun bir savaş biçimi bulmaya giriştikleri bölük kolu bir yana bırakılırsa, özsel olarak eski çakmaklı tüfek ve kaval top çağının kuruluşlarına benzer taktik kuruluşlara sahip olma koşuluyla—, ilk kez olarak karşı karşıya geldiler. Ama 18 Ağustosta Saint-Privat'da [10*] Prusya muhafız birliği ciddi bir bölük kolu deneyi yapmak isteyince, savaşın en kızgın kesimlerinde bulunan beş alay, en çok iki saat içinde mevcutlarının üçtebirinden çoğunu (176 subay ve 5.114 er) yitirdi ve o günden sonra bölük kolu da, tıpkı tabur kolu ve saf gibi, savaş kuruluşu olarak değerden düştü. Bundan böyle her türlü sıkışık kuruluşu, her türlü düşman ateşi altında bırakma girişiminden vazgeçildi ve Alman tarafında, artık yalnızca şimdiye değin hedefi vuran kurşun yağmuru altında kolun her zaman dağılarak kendisine dönüştüğü ama yukarlarda her zaman disipline aykırı bulunarak karşı çıkılan yoğur avcı ile savaş verildi ve aynı biçimde, düşmanın ateş alanı içinde koşar adım, bundan böyle tek yer değiştirme biçimi durumuna geldi. Bir kez daha er, subaydan daha açıkgöz çıktı; şimdiye değin yararlılığını namlu dibinden doldurulan tüfek ateşi altında gösteren tek savaş biçimini içgüdüsel bir biçimde buldu ve komutanlığın direncine karşın onu başarıyla kabul ettirdi. 

Fransız-Alman savaşı, daha önceki bütün dönüm noktalarından bambaşka anlamda bir dönüm noktası gösterdi. Önce silahlar öylesine yetkinleşmiştir ki herhangi bir altüst edici etki yapmaya yetenekli yeni bir gelişme artık olanaklı değildir. Elde, gözün gördüğünden daha ırak bir uzaklıktan bir tabura vuruş yapabilecek toplar, tek kişiyi hedef alarak aynı şeyi yapan ve doldurulmaları nişan almaktan daha az bir zaman isteyen tüfekler bulundukça, bütün öteki gelişmeler düz ovada savaş bakımından azçok birdir. Özsel olarak, gelişme çağı bu yandan kapalıdır. Ama ikinci olarak bu savaş, bütün kıta Avrupası büyük devletlerini Prusya yedek ordusu (landwehr) sistemini daha da güçlendirerek ülkelerinde uygulamak ve böylece onları birkaç yıl içinde zorunlu olarak yıkıma götürecek askersel bir yük altına girmek zorunda bıraktı. Ordu, devletin asıl ereği oldu, kendi başına bir amaç durumuna geldi; halklar artık yalnızca asker olmak ve ölmek için varlar. Militarizm, Avrapayı egemenlik altına alıyor ve yutuyor. Ama bu militarizm kendinde, kendi öz yıkımının tohumunu da taşıyor. Çeşitli devletlerin kendi aralarındaki rekabet, onları bir yandan ordu, donanma, toptüfek vb. için her yıl daha çok para harcamaya, yani mali çöküşü gitgide hızlandırmaya, öte yandan zorunlu askerlik hizmetini gitgide daha ciddiye almaya ve işin sonunda bütün halkı silah kullanmaya alıştırmaya, yani onu belli bir anda askeri komutanlık hazretleri karşısında istencini kabul ettirmeye yetenekli kılmaya zorluyor. Ve bu an da, halk yığını —kent ve tarım işçileri ile köylüler— bir istenç sahibi olur olmaz gelir. Bu noktada, hanedan ordusu halk ordusu durumuna dönüşür, makine görev yapmayı kabul etmez; militarizm kendi öz gelişme diyalektiği ile ölür. 1848 burjuva demokrasısinin burjuva olduğu ve proleter olmadığı için gerçekleştirişmediği şeyi —çalışan yığınlara içeriği kendi sınıf durumlarına karşılık düşen bir istenç verme işini—, sosyalizm kuşkusuz başaracaktır. Ve bu, militarizmin ve onunla birlikte bütün sürekli orduların içten parçalanması anlamına gelir. 

İşte modem piyade tarihimizin derslerinden biri, bu. Bizi yeniden bay Dühringe götüren ikincisi ise, orduların tüm örgütlenmesinin ve savaş yönteminin ve sonuç olarak utku ve bozgunun, insan ve silahlanma öğelerinin maddesel, yani ekonomik koşullarına, yani nüfus ve tekniğin nitelik ve niceliğine bağlı bulunduğudur. Avcı kolları biçiminde savaşmayı, ancak Amerikalılar gibi avcı bir halk yeniden bulgulayabilirdi, — ve eğer onlar avcı idiyseler, bu salt ekonomik nedenlerden ötürü böyle idi; tıpkı şimdi eski eyaletlerin aynı Yankee'lerinin, salt ekonomik nedenlerden ötürü, artık balta girmemiş ormanlarda değil ama buna karşılık yığınların kullanılmasını orada da çok ileri götürdükleri borsa oyunu (spekülasyon) alanında gelişigüzel silah atan köylüler, sanayiciler, denizciler ve tüccarlar durumuna dönüşmüş bulunmaları gibi. Yığın ordularını, kendisi için çarpıştıkları mutlakiyetçiliğin askersel imgeleri olan eski katı safların üzerlerinde pargalandıkları özgür hareket biçimleriyle aynı zamanda, ancak burjuvaziyi ve özellikle köylüyü ekonomik bakımdan kurtaran Fransız devrimi gibi bir devrim bulabilirdi. Ve teknik ilerlemelerin askersel alanda uygulanabilir oldukları ve uygulandıkları andan başlayarak savaş yönteminde ve üstelik çoğu kez ordu komutanlığının isteğine karşı, vakit geçirmeden ve hemen hemen zorla değişiklikleri, hatta altüst oluşları nasıl zorunlu kıldıklarını, örnekleriyle gördük. Ayrıca savaş güdümünün üretkenlik ile cephe ve cephe gerisindeki ulaştırma araçlarına ne denli bağlı olduğunu bay Dühring'e daha bugünden açıklamaya yetenekli olmayan iyi bir astsubay da yoktur. Kısacası her yerde ve her zaman, "zor"un onu kazanmazsa zor olmaktan çıktığı utkuyu kazanmasına yardım eden şey, ekonomik gücün koşulları ve araçlarıdır ve askerlik zanaatını, bay Dühring'in ilkelerine göre, karşıt görüşten hareketle düzeltmek isteyecek kimse, sopadan başka bir ürün elde edemez. [11*] 

Eğer şimdi karadan denize geçersek, yalnızca son yirmi yıl bize bambaşka bir önemde bir altüst oluş daha sunar. Kırım savaşının savaş gemisi daha çok yelken ile hareket eden ve ancak güçsüz bir yardımcı buhar makinesi bulunan, iki ya da üç tahta güverteli, 60-100 topla donatılmış bir gemiydi. Bu gemi, özellikle, 50 kiloluk 50 kental çeken 32'lik toplar ve yalnızca 95 kental çeken birkaç 68'lik top taşıyordu. Savaşın sonuna doğru ortaya ağır, hemen hemen hareketsiz ama o zamanki topçuluk için diş geçirilmez devler, zırhlı yüzen bataryalar çıktı. Az sonra, çelik zırh savaş gemilerine de aktarıldı; başlangıçta henüz ince, dört parmaklık (pouce) bir kalınlık o zaman son derece ağır bir zırhlama sayılıyordu. Ama topçuluğun gelişmesi, az zamanda zırhlamayı geçti; birbiri arkasına kullanılan her zırhlama kalınlığı için, onu kolayca delen daha ağır yeni bir top bulundu. Bugün, bir yandan 10, 12, 14, 24 parmak kalınlıklara (İtalya üç ayak kalınlığında zırhlı bir gemi yaptıracak), öte yandan namluları 25, 35, 80 ve hatta 100 ton (20 kentallik) çeken ve 150, 200, 700 ve 1.000 kiloluk mermileri daha önce görülmemiş uzaklıklara atan yivli toplara gelmiş bulunuyoruz. Bugünün savaş gemisi, 6.00-8.000 beygirlik bir güç ile 8.000-9.000 ton çeken, dönerkule ve 4 ya da en çok 6 ağır toplu, su kesimi çizgisi altında düşman gemilerini batırmaya yönelik bir mahmuz biçiminde uzanan bir pruva ile zırhlı uskurlu dev gibi bir buharlı gemidir; bu, üzerinde buharın yalnızca hızlı hareket işini değil ama plotaj, papa manevrası, kulelerin dönüşü, topların nişan alma ve doldurulması, suyun pompalanması, kendileri de kısmen buharla hareket eden filikaların denize indirilip çıkarılması vb. işlerini de gerçekleştirdiği, tek bir dev makinedir. Ve zırhlama ile top atışlarının etkililiği arasındaki yanş sonuna ermiş olmaktan öylesine uzaktır ki bugün bir gemi, hemen hemen genel bir biçimde, artık kendisinden beklenene yanıt vermiyor ve daha denize indirilmeden eskiyor. Modern savaş gemisi, büyük sanayinin yalnızca bir ürünü değil ama aynı zamanda onun bir örneği, ne var ki her şeyden önce para israfı üreten yüzen bir fabrikadır. Büyük sanayinin en gelişmiş olduğu ülke, hemen hemen bu gemilerin yapım tekelini elinde tutar. Bütün Türk zırhlıları, hemen bütün Rus zırhlıları, Alman zırhlılarının çoğu İngiltere'de yapılır; kullanımı ne olursa olsun çelik zırh plakaları, hemen yalnızca Sheffield'de imal edilir; Avrupa'nın en ağır toplarını saklamaya yetenekli üç metalurjik işletmeden ikisi (Woolwich ile Elswick) İngiltere'nin, üçüncüsü de (Krupp) Almanya'nın malıdır. Bay Dühring'e göre "ekonomik durumun belirleyici nedeni" olan "dolaysız siyasal zor"un, tersine, ekonomik duruma nasıl tamamen bağımlı bulunduğu; deniz üzerindeki zor aletinin, savaş gemisinin, yalnız üretimin değil ama kullanılmasının da nasıl modern büyük sanayinin bir kolu durumuna geldiği, burada en elle tutulur bir biçimde görülüyor. Ve bu durumdan zorun ta kendisi denli, yani şimdi bir gemiye sahip olmak için vaktiyle bütün bir küçük filo için harcadığınca para harcayan ve bu pahalı gemilerin daha denize inmeden eskimiş, yani değerden düşmüş olmasına katlanması gereken ve "ekonomik durum" adamının, mühendisin, şimdi gemide "dolaysız zor" adamından, kaptandan çok daha önemli olmasına kuşkusuz tıpkı bay Dühring gibi canı sıkılan zorun kendisi, yani devlet denli bozulan kimse yoktur. Bizim ise tersine, zırh ile top arasındaki bu yarışmada savaş gemisinin aşırı inceliğin doruğuna değin yetkinleştiğini, bu durumun ise onu çok pahalı olduğu denli savaş için de elverişsiz bir duruma getirdiğini [12*] ve bu savaşımın deniz savaşı alanına dek tüm öteki tarihsel olaylar gibi militarizmin de kendi öz gelişme sonuçları yüzünden batıp gideceği yolundaki hareketin o iç yasalarını, o diyalektik yasaları açığa vurduğuhu görmekle hoşnutsuzluk duymamız için hiçbir neden yoktur. 

Öyleyse "ilk öğenin önce dolaylı bir ekonomik güçte değil, dolaysız siyasal zorda aranması gerek"tiğinin hiç de doğru olmadığını burada da açıkça görüyoruz. 

Tersine. Zorun kendisinde "ilk öğe" olarak ne görünür? Ekonomik güç, büyük sanayinin güç araçlarına sahip olma olgusu. Deniz üzerinde, modern savaş gemilerine dayanan siyasal zor, kendini dolaysız olarak değil, ama ekonomik güç, metalurjinin yüksek gelişimi, usta teknisyenler üzerindeki yetke ve verimli kömür ocakları dolayımına bağlı olarak gösterir. 

Ama bütün bunlar neye yarar? Gelecek deniz savaşında başkomutanlık bay Dühring'e verilsin ve o, bütün ekonomik durumun kölesi zırhlı filoları, ne torpil ne de başka patlayıcılar kullanarak, ama yalnızca kendi "dolaysız zor"unun etkisiyle ortadan kaldıracaktır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.