3 Ocak 2014 Cuma

İKİNCİ KISIM - BİRİNCİ BÖLÜM - KONU VE YÖNTEM

Ekonomi politik, en geniş anlamda, insan toplumunda maddesel yaşama araçlarının üretim ve değişimini yöneten yasaların bilimidir. Üretim ile değişim iki farklı işlevdirler. Üretim, değişimsiz olabilir; ama değişim, —tanım gereği ürünlerin değişiminden başka bir şey olmamasından ötürü—, üretimsiz olamaz. Bu iki toplumsal işlevden her biri, büyük ölçüde kendine özgü dış etkilerin etkisi altında ve dolayısıyla büyük ölçüde kendi öz ve özgül yasalarına sahip bulunur. Ama öte yandan, bu işlevler birbirlerini her an koşullandırır ve birbirleri üzerinde öylesine bir etkide bulunurlar ki bunlar, ekonomik eğrinin apsis ve ordinatı olarak adlandırılabilirler. 

İnsanların üretim ve değişim koşulları ülkeden ülkeye ve her ülkede de kuşaktan kuşağa değişir. Öyleyse ekonomi politik de bütün ülkeler ve bütün tarihsel dönemler için aynı olamaz. Yabanılın ok ve yayından, çakmaktaşı bıçağıyla ancak ayrıksın olarak işe karışan değişim ilişkilerinden bin beygirlik buhar makinesine, mekanik dokuma tezgahına, demiryolları ve İngiltere Bankasına değin, çok büyük bir uzaklık var. Ateş Topraklılar (Fuégien'ler - Macellan takımadalılar), yığınsal üretim ve dünya ticaretine değin varamadıkları gibi, hatır bonolarına ve bir borsa çöküntüsüne de varamadılar. Ateş Toprağının ekonomi politiği ile bugünkü İngiltere'nin ekonomi politiğini aynı yasalara indirgemek isteyen biri, ortaya en bayağı beylik düşüncelerden başka bir şey koyamaz. Öyleyse ekonomi politik, özsel olarak tarihsel bir bilimdir. Tarihsel, yani durmadan değişen bir konu ile uğraşır; önce üretim ve değişimdeki evrimin her derecesine özgü yasaları ayrı ayrı irdeler ve ancak bu irdeleme sonundadır ki, üretim ve değişim için her zaman geçerli bazı genel yasalar saptayabilir. Belirli üretim tarzları ve değişim biçimleri için geçerli yasaların, tarihin bu üretim tarzları ve değişim biçimlerine ortaklaşa sahip bulunan bütün dönemleri için geçerliliklerini korudukları kendiliğinden anlaşılır. Böylece, ömeğin maden paranın kullanılmaya başlanması, maden paranın değişim aracı görevini gördüğü bütün ülkeler ve bütün tarih aşamaları için geçerlikte kalan bir dizi yasayı yürürlüğe sokar. 

Belirli bir tarihsel toplumun üretim ve değişim biçimi ile bu toplumun tarihsel koşulları, aynı zamanda ürünlerin bölüşüm biçimini de içerirler. Tarihe girişleri sırasında bütün uygar halklarda, kendisi ya da çok belirgin kalıntıları görülen toprağın ortaklaşa mülkiyetinin hüküm sürdüğü aşiret (tribu) ya da köy topluluklarında, ürünlerin gözle görülür bir biçimde eşit bir bölüşümü tamamen doğaldır; üyeler arasındaki bölüşümün daha büyük bir eşitsizliğin başladığı yerde, bu durum, topluluğun (communauté) dağılmasının başlangıcını da gösterir. Büyük ve küçük tarım, içinde geliştikleri tarihsel koşullara göre, çok farklı bölüşüm biçimleri kabul ederler. Ama büyük tarımın her zaman küçük tarımdan çok daha başka bir bölüşümü koşullandırdığı; büyük tarımın —köle sahipleri ile köleler, toprakbeyleri ile angaryacı köylüler, kapitalistler ile ücretliler arasında— bir sınıf karşıtlığına dayandığı ya da böyle bir karşıtlık oluşturduğu, oysa küçük tarımın tarımsal üretimde çalışan bireyler arasında hiçbir zaman bir sınıf ayrımı sonucu vermediği, tersine, böyle bir ayrımın yalnızca varlığının bile parçasal (parcellaire) ekonominin sonunun başlangıcını gösterdiği de açıktır. — O zamana değin doğal ekonominin tek başına ya da başat bir biçimde egemen olduğu bir ülkede maden paranın kullanılmaya başlanması ve yayılması, eski bölüşümün, her zaman az ya da çok hızlı ve bireyler arasındaki eşitsizliğin, dolayısıyla zengin ve yoksul arasındaki karşıtlığın gitgide artacağı bir biçimde altüst oluşuna bağlıdır. Ortaçağın lonca ve yerel zanaatçılığı, büyük kapitalistler ile ömürboyu ücretlileri, bunlara modern sanayi, kredinin bugünkü gelişmesi ve her ikisinin de evrimine uygun düşen değişim biçimi olan özgür rekabet tarafından ne denli zorunlu bir biçimde yolaçılmış bulunuyorsa, o denli olanaksız kılıyordu. 

Ama bölüşümdeki farklılıklarla birlikte sınıf farklılıkları da ortaya çıkar. Toplum, ayrıcalıklı sınıflarla yoksunlaşmış sınıflar, sömürücülerle sömürülenler, egemenlerle yönetilenler biçiminde bölünür ve aynı bir aşiretin doğal topluluk gruplarının, evrimleri içinde başlangıçta yalnızca ortak çıkarlarına (örneğin Doğudaki sulama) gözkulak olmak ve dışa karşı savunmalarını sağlamak için ulaşmış bulundukları devlet, [1*] bundan böyle, egemen sınıfın yaşama ve egemenlik koşullarının yönetilen sınıfa karşı zorla sürdürülmesi gibi bir ereğe sahip olur. 

Bununla birlikte bölüşüm, üretim ve değişimin salt edilgen bir sonucu da değildir; o da ötekiler üzerinde etkili olur. Her yeni üretim tarzı ya da her yeni değişim biçimi, başlangıçta yalnızca eski biçimler ile bunlara uygun düşen siyasal kurumlar tarafından değil ama eski bölüşüm biçimi tarafından da engellenir. Her yeni üretim tarzı ya da her yeni değişim biçiminin, önce uzun bir savaşım içinde, kendine uygun düşen bölüşümü kendine bağlaması gerekir. Ama belli bir üretim ve değişim biçimi ne denli hareketli, gelişime ve evrime ne denli yatkın olursa, bölüşüm de içinden çıktığı koşulların etkisinden kurtulduğu ve daha önceki üretim ve değişim biçimi ile çatışma içine girdiği bir düzeye o denli çabuk ulaşır. Yukarda sözkonusu edilen eski ilkel topluluklar, dış dünya ile ticaret işlerinde dağılmaları sonucunu veren servet farklılıkları meydana getirmeden önce, bugün bile Hintliler ve Slavlarda olduğu gibi, varlıklarını binlerce yıl sürdürebilirler. Buna karşılık, topu topu üçyüz yıllık bir geçmişi bulunan ve ancak büyük sanayinin ortaya çıkmasından sonra egemen duruma geçen modern kapitalist üretim, bu kısa zaman parçası içinde, bölüşümde onu zorunlu olarak sonuna götürecek olan çelişkiler —bir yanda sermayelerin birkaç elde, öte yanda da varlıksız yığınların büyük kentlerde toplanması— yarattı. 

Bölüşüm ile bir toplumun maddesel varlık koşulları arasındaki bağ, her durumda yansıması halk içgüdüsünde düzenli olarak bulunacak denli doğaldır. Bir üretim biçimi, evriminin yükselme çizgisi üzerinde bulunduğu sürece, kendisine uygun düşen bölüşüm biçimi tarafından zarara uğtatılmış durumda bulunan kimseler tarafından bile alkışlanır. Büyük sanayinin ortaya çıkması zamanındaki İngiliz işçileri gibi. Hatta bu üretim biçimi toplum için normal olarak kaldıği sürece, bölüşümden genellikle herkes hoşnuttur ve o anda egemen sınıfın kendisi içinden yükselen protestolar (SaintSimon, Fourier, Owen), ilkin sömürülen yığın içinde hiçbir yankı bulmaz. Ancak sözkonusu üretim biçimi iniş çizgisinin büyücek bir kısımını tamamladığı, ömrünün yarısını doldurduğu, varlık koşulları büyük ölçüde ortadan kalktığı ve ardılı gelip kapıya dayandığı zamandır ki — işte ancak o zamandır ki gitgide daha eşitsiz bir biçime gelen bölüşüm haksız görünür; işte ancak o zamandır ki yaşam tarafından aşılmış olgular, ölümsüz denilen adaletin karşısına çağrılır. Ahlaka ve hukuka bu başvuruş, bizi bilimsel bakımdan bir parmak bile ilerletmez; iktisat bilimi, ne denli haklı olursa olsun, ahlaksal öfke içinde herhangi bir kanıt değil ama yalnızca bir belirti görebilir. İktisat biliminin görevi daha çok, ortaya çıkan toplumsal bozuklukların bir yandan varolan üretim biçiminin zorunlu sonuçları ama bir yandan da başlayan bozulmasının belirtileri olduklarını göstermek ve bozulan ekonomik hareket biçimi içinde, üretim ve değişimin gelecekteki bu bozuklukları ortadan kaldıracak yeni örgütlenme öğelerini bulup çıkarmaktır. Ozanı yaratan öfke, bu bozuklukların betimlenmesinde ya da bu bozuklukları yadsıyan veya süsleyip-püsleyen egemen sınıfın hizmetindeki şakşakçılara karşı saldırıda tam yerli yerindedir. Ama her durumda ne denli az tanıtlayıcı olduğu, tüm geçmiş tarihin her döneminde bu öfkeyi besleyecek yeterince şey bulunması basit gerçeğinden de anlaşılabilir. 

Bununla birlikte, çeşitli insan toplumlarının içlerinde üretim ve değişimde bulundukları ve sonuç olarak ürünlerin her kez içlerinde bölüşüldükleri koşulların ve biçimlerin bilimi olarak ekonomi politik, bu genişlemeyle henüz yaratılacak bir şey olarak kalır. Şimdiye değin iktisat bilimi olarak elimizde bulunan şey, hemen tamamen kapitalist üretim biçiminin doğuşu ve gelişmesi ile sınırlanır: Bu da üretim ve değişimin feodal biçimlerinden arta kalanların eleştirisiyle başlar, bunların kapitalist biçimlerle değişmesi zorunluluğunu gösterir, daha sonra bu üretim tarzını ve ona uygun düşen değişim biçimlerini olumlu anlamda, yani toplumun genel ereklerini kolaylaştırmaları anlamında açıklar ve kapitalist üretim biçiminin sosyalist eleştirisi ile, yani kapitalist üretim biçiminin yasalarının olumsuz anlamda açıklanması, bu üretim biçiminin kendi öz evrimi tarafından kendi kendini olanaksız kılan noktaya doğru yöneldiğinin tanıtlanması ile bitirir. Bu eleştiri, kapitalist üretim ve değişim biçimlerinin, üretimin kendisi için gitgide katlanılmaz bir engel duramuna geldiklerini; bu biçimler tarafından zorunlu olarak koşullandırılan bölüşüm tarzının gün günden daha çekilmez bir sınıf durumu, gitgide daha az ama gitgide daha zengin kapitalistler ile sayısı durmadan artan ve durumu genellikle kötünün kötüsüne giden varlıksız emekçi işçiler arasında her gün daha da kızışan bir karşıtlık doğurduğunu ve ensonu, kapitalist üretim biçimi çerçevesinde yaratılmış ama bu üretim biçiminin artık egemenlik altına alamadığı yoğun üretken güçlerinin, toplumun bütün üyelerine, hem de durmadan artan bir ölçüde yaşama araçları ve yeteneklerinin özgür bir gelişmesini sağlamak için, planlı bir elbirliği bakımından örgütlenmiş bir toplum tarafından el altına alınmaktan başka bir şey beklemediklerini tanıtlar. 

Burjuva ekonomisinin bu eleştirisini sonuna değin götürebilmek için üretim, değişim ve bölüşümün kapitalist biçimini bilmek yetmiyordu. Ona öngelen ya da daha az gelişmiş ülkelerde. onun yanında hâlâ varlıklarını sürdüren biçimler de, hiç değilse ana çizgileri içinde, irdelenmeli ve karşılaştırma konuları hizmeti görmeliydiler. Bu türlü bir irdeleme ve karşılaştırma şimdiye değin genel olarak yalnızca Marks tarafından yapılmıştır ve bunun sonucu burjuva dönem-öncesi teorik iktisat üzerine şimdiye değin saptanmış ne varsa, hemen hepsini onun araştırmalarına borçlu bulunuyoruz. 

Ekonomi politik, dahi kafalarda 17. yüzyıl sonuna doğru doğmuş olmasına karşın gene de, dar anlamda, fizyokratlar ve Adam Smith'in vermiş bulundukları olumlu formüller içinde, özsel olarak 18. yüzyılın çocuğudur ve bu dönemin bütün üstünlük ve kusurlarıyta birlikte, bu çağda büyük Fransız aydınlanma filozofları tarafından elde edilmiş başarılar dizisi içine girer. Aydınlanma filozofları için söylemiş bulunduğumuz şey, o çağın iktisatçıları için de geçerlidir. Yeni bilim, onlar için, çağlarındaki koşulların ve gereksinmelerin dışavurumu değil ama ölümsüz usun dışavurumu idi; bu bilimin bulduğu üretim ve değişim yasaları, bu eylemlerin tarihsel olarak belirlenmiş bir biçiminin değil ama doğanın ölümsüz yasaları idiler; bu yasalar, insan doğasından çıkarılıyorlardı. Ama bu insan, yakından bakılırsa, o zaman büyük burjuva haline dönüşmekte olan orta burjuva idi ve doğası da, çağın tarihsel olarak belirlenmiş koşulları içinde üretimde bulunmaya ve ticaret yapmaya dayanıyordu. 

Felsefe alanında, "eleştirel kurucu"muz bay Dühring ve yöntemi ile yeterince tanışmış bulunduğumuz şu anda, onun ekonomi politiği nasıl tasarlayacağını önceden kolayca söyleyebiliriz. Felsefede, saçmalamakla yetinmediği yerde (doğa felsefesinde olduğu gibi), bay Dühring'in görüş biçimi, 18. yüzyıl görüş biçiminin bir karikatürü idi. Sözkonusu olan tarihsel evrim yasaları değil ama doğal yasalar, ölümsüz doğruluklar idi. Ahlak ve hukuk gibi toplumsal ilişkiler, her durumda varolan tarihsel koşullara göre değil ama biri ötekini ya ezen ya da ezmeyen, ne var ki bu sonuncu durum şimdiye değin ne yazık ki hiç görülmeyen o ünlü iki adamcağız tarafından kararlaştırılıyordu. Bundan ötürü eğer bay Dühring'in iktisadi da aynı biçimde son çözümlemedeki kesin doğruluklara, ölümsüz doğa yasalarına, en üzücü boşluğun gereksiz yinelenen belitlerine indirgeyeceği ama buna karşılık iktisadın olumlu içeriğini bildiği ölçüde, onu arka kapıdan kaçak olarak sokacağı ve bölüşümü toplumsal bir olay olarak üretim ve değişimden çıkartacak yerde, kesin çözüm için o ünlü ikilisine bırakacağı sonucunu çıkartırsak, pek de yanılmış olmayacağız. Ve bütün bunlar, artık çok iyi bilinen eski marifetlerden başka bir şey olmadığı için, bu bölüm üzerinde işi kısa tutabiliriz. 

Gerçekten bay Dühring, daha 2. sayfada, bize ekonomisinin felsefesinde "saptanmış" bulunan şeye güvendiğini ve "bazı başlıca noktalarda, araştırmaların daha yüksek bir alanında daha önce sonuca bağlanmış bulunan üstün doğruluklara dayandığını" bildirir. 

Her yerde, kendini övmede aynı ölçüsüzlük. Her yerde, bay Dühring'in utkusunun bay Dühring tarafından saptanıp ayarlanmış şeylerin üstesinden gelmesi. Gerçekten ayarlanmış, bunu enine boyuna görmüş bulunuyoruz; — ama, "hesabi görüldü!" dendiği anlamda. 

Hemen sonra, "tüm iktisadın en genel doğal yasaları" ile karşılaşıyoruz. — Demek doğru tahmin etmişiz. Ama bu doğal yasalar, ancak "bağımlılık ve kümelenme siyasal biçimlerinin bu doğal yasaların sonuçlarına bağlandıkları o daha doğru belirlenim içinde incelendikleri" zaman geçmiş tarihin kusursuz bir kavrayışını sağlarlar. "Kölelik ve ücretli bağımlılık gibi, kendilerine zor (violence) üzerine kurulu mülkiyet ikiz kardeşlerinin eklendiği kurumlar, gerçekten siyasal bir niteliğe sahip toplumsal ekonominin yapıcı biçimleri olarak düşünülmelidirler ve bu kurumlar, şimdiye değin varolduğu biçimdeki dünyada, iktisadın doğal yasalarının etkilerini içinde gösterebildiği tek çerçeveyi temsil ederler. 

Bu önerme, bir Wagner leit motiv'i gibi, bize ünlü ikilinin yaklaştığını haber veren bir fanfardır. [2*] Ama, daha da çok bir şeydir, bay Dühring'in bütün kitabının temel konusudur. Hukuk konusunda bay Dühring bize, Rousseau'nun eşitlik teorisinin, Paris'in bütün küçük işçi kahvelerinde yıllardan beri çok daha iyilerinin işitilebildiği sosyalist plan üzerine kötü bir transpozisyonundan (makam değiştirmesinden) başka herhangi bir şey sunmasını bilmiyordu. Burada bize, iktisadın doğal ve ölümsüz yasaları ile bu yasaların etkilerinin, işin içine devletin, zorun karışması yüzünden bozulmaları üzerine, iktisatçıların yakınmalarının hiç de daha iyi olmayan bir sosyalist transpozisyonunu verir. Bunu yaparken, sosyalistler arasında tek başına kalır, — ve hakçası da budur. Her sosyalist işçi, milliyeti ne olursa olsun, zorun sömürüye yalnızca yardımcı olduğunu ama onun nedeni olmadığını; sermaye ile ücretli emek arasındaki ilişkinin sömürülmesinin nedeni olduğunu ve bu ilişkinin de zor yolundan değil, salt ekonomik biçimde doğmuş bulunduğunu çok iyi bilir. 

Üstelik, şimdi bir de bütün ekonomik sorunlarda "iki sürecin, üretim süreci ile bölüşüm sürecinin birbirinden ayırdedilebileceği"ni öğreniyoruz. Aynca, o yüzeysel ünlü J. B. Say, belki buna bir üçüncü süreci, kullanım, tüketim sürecini de ekler ama iyi düşünülmüş olarak, ardıllarından çok da bir şey söyleyemezdi. Değişime ya da dolaşıma gelince bu, ürünlerin son tüketiciye, asıl tüketiciye ulaşması bakımından olup bitmesi gereken her şeyin içine girdiği üretimin bir altbölümünden başka bir şey olmazdı. — Eğer bay Dühring, birbirlerini karşılıklı olarak koşullandırsalar bile birbirlerinden özsel olarak farklı iki süreci, üretim süreci ile dolaşım sürecini birbirine karıştırıyor ve eğer sıkılmadan, bu karışıklıktan kaçınmakla, "karışıklık doğurmaktan başka bir şey yapılmadığını" ileri sürüyorsa bu, yalnızca dolaşımın elli yıldan beri gerçekleştirilmiş bulunduğu çok büyük gelişmeyi ya bilmediğini ya da anlamadığıni tanıtlar; ayrıca kitabı da sonradan bunu doğrular. Ama hepsi bu kadar değil. Üretim ve değişimi bir tek şey, kısacası üretim olarak düpedüz kaynaştırdıktan sonra, bölüşümü de birinci süreçle hiçbir ilişkisi olmayan tamamen yabancı ikinci bir süreç olarak üretimin yanına koyar. Oysa bölüşümün, kesin çizgileri içinde, her zaman belirli bir toplumun üretim ve değişim ilişkilerinin —ve bu toplumun tarihsel geçmişinin, hem de bu sonuncuları bir kez öğrendikten sonra bundan, bu toplumdaki egemen bölüşüm biçimini kesinlikle çıkartabileceğimiz bir biçimde— zorunlu sonucu olduğunu görmüş bulunuyoruz. Ama eğer bay Dühring ahlak, hukuk ve tarih anlayışında "saptanmış" ilkelere bağlılıktan ayrılmak istemiyorsa, bu temel ekonomik gerçeği yadsıması gerektiğini ve bunun da özellikle o vazgeçilmez ikilisinin iktisada kaçak olarak sokulmasının sözkonusu olduğu zaman gerektiğini görüyoruz. Ancak bölüşümü, üretim ve değişim ile bütün bağlardan başarıyla kurtardığı zamandır ki bu büyük olay meydana gelebilir. 

Bununla birlikte, önce işin ahlak ve hukuk bakımından nasıl olup bittiğini hatırlayalım. Orada bay Dühring, başlangıçta işe bir tek adamla başlamıştı; şöyle diyordu: 

Bir insan tek olarak ya da aynı anlama gelmek üzere başkası ile her türlü bağlantının dışında olarak düşünüldüğü ölçüde, ödevlere sahip olamaz. Onun için yükümlülük değil ama yalnızca bir istek vardır. 

Tek olarak düşünülmüş bu ödevsiz adam, orada hiçbir günah işlemeyeceği için, günahsız yaşadığı cerınetteki o uğursuz "ilk Yahudi Adem"den başka kimdir? Ama bu gerçeksel filozof Adem için bile bir ilk günahın eli kulağındadır. Bu Adem'in yanında ortaya birdenbire, —kuşkusuz dalga dalga bukleli bir Havva değil—, ama ikinci bir Adem çıkar. Ve hemen Adem'in ödevleri olur ve... o bu ödevleri çiğner. Kardeşini kendisiyle eşit hak sahibi biri olarak bağrına basacağı yerde onu egemenliği altına alır, köleleştirir, — ve bu nedenle de bay Dühringe göre metelik etmeyen tüm evrensel tarih, bugüne değin işte bu ilk günahın, bu ilk köleleştirme günahının sonuçlarının acısını çeker. 

Öyleyse, söz arasında, eğer bay Dühring "yadsımanın yadsınması"nı, onu eski düşüş ve kurtulma öyküsünün kötü bir kopyası olarak nitelendirmekle yeterince kötülediğine inanıyorsa, bu durumda aynı öykünün kendisi tarafından yapılan son baskısı üzerine ne diyelim? (Çünkü biz, resmi basının dediği gibi, zamanla kurtulmaya da "inanacağız".) Her durumda biz Samilerin, günahsızlık durumundan çıkmanın genç oğlan ile genç kız için ne de olsa çabaya değdiği yolundaki eski aşiret söylencesini yeğ tutanz; böylece bay Dühring de kendi ilk günahını iki adamla işletmiş olma rekabet kabul etmez ününü korumuş olacaktır. 

Şimdi ilk günahın ekonomideki transpozisyonunu (yer değiştirimini) görelim. 

Üretim fikri bakımından, doğa karşısında kendi güçleri ile birlikte tek başına bulunan ve kimse ile paylaşacak hiçbir şeyi olmayan bir Robinson tasarımı, herhalde uygun bir zihinsel şema verebilir. ... Bölüşüm fikri içinde bulunan en önemli şeyi anlaşılır kılma bakımından, ekonomik güçleri birleştirilen ve besbelli şu ya da bu biçim altında karşılıklı olarak kendi paylarını tartışmak zorunda bulunan iki insan zihinsel şemasını kullanmak da bir o denli yerinde olacaktır. Gerçekten, en önemli bölüşüm ilişkilerinden bazılarını kesin bir biçimde açıklamak ve bu ilişkilerin yasalarını gelişmesinin ilk basamağında, mantıksal zorunluluklar içinde irdelemek için, bu basit ikicilikten (dualisme) başka hiçbir şeye gerek yoktur. ... Burada eşitlik durumundaki elbirliği de güçlerin, yanlardan, o zaman ekonomik hizmete köle ya da yalın bir alet olarak koşulan ve aynca varlığını sürdürebilmesi bakımından bir aletten başka türlü de bakılmayan birinin tam bir bağımlılığı ile birleşmesi denli kavranabilir bir şeydir. Bir yanda eşitlik ve hiçlik durumu ile öte yanda tüm yetki ve basit uygulama eylemi arasında, evrensel tarih olaylarının çok büyük bir çeşitlilikle düzene koyma zorunda bulundukları bir dereceler dizisi bulunur. Tarihin hak ve haksızlık kurumlarını kavrayan evrensel bir görüş, burada ilk temel koşuldur. ... 

Ve sonunda, bütün bölüşüm bir "ekonomik bölüşüm hakkı" durumuna dönüşür. 

İşte sonunda bay Dühring, ayaklarının altında gene sağlam bir toprak bulur. İki adamı ile birlikte kolkola, yüzyılına karşı meydan okuyabilir. Ama bu üçlünün arkasında, adı söylenmeyen biri daha var. 

Sermaye, artı-emeği icat etmemiştir. Toplumun bir kesiminin üretim araçları üzerinde tekele sahip olduğu her yerde emekçi, özgür olsun olmasın, kendi varlığını sürdürmek için gerekli emek-zamanına, üretim araçlarına sahip olanların yaşamaları için gerekli tüketim maddelerini üretmek için de fazladan bir emek-zamanı eklemek zorunda kalmıştır; üretim araçlarının tekelini elinde bulunduran bir kimse ister Atinali caloV cagaqoV [3*] Etrüsklü teokrat, Romalı vatandaş, Norman baronu, Amerikali köle sahibi, Eflaklı boyar, modern toprak sahibi ya da kapitalist olsun, bu hep böyledir. (Karl Marks, Capital, I. 2. baskı, s. 227.) 

Bay Dühring, bugüne kadarki bütün üretim biçimlerinde —sınıf çelişkileri içinde geliştikleri ölçüde— ortak olan temel sömürü biçiminin ne olduğunu böylece bir kez öğrendikten sonra, ikilisini buna uyarlamaktan başka yapacak işi yoktu ve gerçeksel ekonominin köktenci temeli hazırdı. Bu "sistem doğurucu düşünce"yi uygulamaya koymakta bir dakika bile duraksamadı. İşçinin geçimi için gerekli-emek zamanının ötesindeki karşılıksız emek — işte sorun. Burada Robinson olarak adlandırılan Adem, ikinci Adem'inin, Cuma'nın imanını gevretir. Ama neden Cuma kendi bakımı için gerekli olandan daha çok çalışır? Marks bu soruyu da kısmen yanıtlar. Ama iki yiğidimiz için, Marks'ın yanıtı çok karmaşık. İş bir anda yoluna konur: Robinson, Cuma'yı "baskı altına alır", "köle ya da alet olarak" ekonomik hizmete koşar ve onu yalnızca "bir alet olarak" besler. Bu en yenisinden "yaratıcı anlatış" ile bay Dühring, bir taşla iki kuş vurur. Bir yandan, kendini bugüne kadarki çeşitli bölüşüm biçimlerini aralarındaki farkları ve nedenlerini açıklama güçlüğünden kurtarır: Topu birden metelik etmez, hepsi baskıya, zora dayanır. Az sonra bu konuya döneceğiz. Ve ikincisi, böylece bütün bölüşüm teorisini, ekonomik düzeyden ahlak ve hukuk düzeyine, yani saptanmış maddesel olgular düzeyinden azçok sallantılı kanılar ve duygular düzeyine aktarır. Artık onun irdeleme ya da tenıtlama gereksinmesi yoktur, tumturaklı sözlerine büyük bir hafiflik içinde devam etmekten başka bir işi kalmaz ve emek ürünleri bölüşümünün, gerçek bölüşüm nedenlerine göre değil ama kendisine, bay Dühring'e ahlaka uygun ve doğru olarak görünen şeye göre düzenlenmesini isteyebilir. Bununla birlikte, bay Dühringe doğru olarak görünen şey hiçbir zaman değişmez bir şey değildir, öyleyse gerçek bir doğruluk olmaktan uzaktır. Çünkü gerçek doğruluklar, bay Dühring'in kendisine göre, "mutlak olarak hareketsiz"dirler. 1868'de bay Dühring (Die Schicksale meiner sozialen Denkschrift, vb.) "mülkiyeti gitgide daha açık bir damga ile belirlemenin her yüksek,uygarlığın eğiliminde olduğunu; modern evrimin özünün ve geleceğinin, haklar ve egemenlik alanlarının bir karışıklığı içinde değil, işte burada bulunduğu" öne sürüyordu. 

Ve daha ilerde, "ücretli emeğin başka türlü bir geçim yolu durumuna dönüşmesinin, insan doğası yasaları ve toplumsal yapıya doğa tarafından zorlanan aşama sırası ile nasıl bağdaştırılabileceğini" hiç mi hiç öngöremediğini söylüyordu. 

Demek ki 1868'de özel mülkiyet ve ücretli emek doğa zorunluluğu, öyleyse haklı; 1876'da her ikisi de zor ve "hırsızlık"tan çıkma, öyleyse haksız. [4*] Ve böylesine bir coşkunluğun sürüklediği bir dehaya, birkaç yıl içinde neyin ahlaka uygun ve haklı görünebileceğini bilmek bizim için olanaksız; öyleyse, servetlerin bölüşümü irdelememizde bay Dühring'in haklı ve haksız üzerindeki bir anlık, değişken ve öznel fikri yerine gerçek, nesnel ekonomik yasalarla yetinmekle herhalde en iyi işi yapmış olacağız. 

Eğer yoksulluk ile bolluk, açlık ile tokluk gibi apaçık çelişkileriyle birlikte bugünkü emek ürünleri bölüşümü biçiminin gelişmekte olan altüst oluşuna inanmak için, bu bölüşüm biçiminin haksızlığı bilinci ile hakkın sonal utkusuna olan inançtan daha iyi bir kanıta sahip değilsek, işi yanlış tutmuş olabilir ve daha uzun zaman bekleyebiliriz. İsa'nın bin yıllık saltanatının yaklaştığı düşünü gören ortaçağ mistikleri de sınıf karşıtlıklarının haksızlığı bilincine sahip bulunuyorlardı. Modern tarihin eşiğinde, bundan üç yüz elli yıl önce Thomas Münzer, bunu dünyaya açıkça ilan eder. İngiltere burjuva devriminde, Fransa burjuva devriminde, aynı çığlık yansır... ve söner. Ve eğer şimdi çalışan ve acı çeken sınıfları 1830 yılına değin ilgisiz bırakan sınıf karşıtlık ve ayrımlarının ortadan kaldırılması çığlığı milyonlarca kez yinelenen bir yankı uyandırıyor ve büyük sanayinin çeşitli ülkelerdeki gelişmesi ile birlikte ve aynı yoğunlukta bir ülkeden ötekine yayılıyorsa; eğer bir kuşak içinde, kendisine karşı birleşmiş bütün güçlere meydan okuyabilecek bir güç kazanmış ve yakın bir gelecekteki utkudan da güvenli bulunuyorsa, — bu nereden geliyor? Bir yandan, modern büyük sanayinin bir proletarya, yani tarihte ilk kez olarak şu ya da bu özel sınıf örgütü ya da şu ya da bu özel sınıf ayncalığının değil ama genel olarak sınıfların ortadan kaldırılmasını isteyebilecek ve Çin kuli'si durumuna düşme tehdidi altında bu isteği gerçekleştirme zorunluluğu karşısında bulunan bir sınıf yaratmış olmasından. Öte yandan da aynı büyük sanayinin, burjuvazinin kişiliğinde bütün üretim aletleri ve geçim araçları tekeline sahip ama üretimin her coşkunluk dönemi ile bu dönemi izleyen her çöküşte, erkliğinden kaçan üretici güçler üzerinde egemenlik sürmeye devam etmekte yeteneksiz duruma geldiğini kanıtlayan; toplumun, yönetimi altında, makinistinin sıkışmış bulunan emniyet sübabını açmak için yeterince güce sahip bulunmadığı lokomotif gibi, yıkımına doğru koştuğu bir sınıf yaratmış olmasından. Başka bir deyişle: Modern kapitalist üretim biçimi tarafından yaratılan üretici güçlerin ve bölüşüm sisteminin bu üretim biçimiyle açık bir çelişki içine girmelerinden, hem de eğer tüm modern toplumun batıp gitmesi istenmiyorsa, tüm sınıf ayrımlarını ortadan kaldıran bir altüst oluşu zorunlu duruma getirecek derecede açık bir çelişki içine girmelerinden geliyor bu. İşte modern sosyalizmin utkusu için beslenen kesin inanç, kendini karşı konmaz bir zorunlulukla, sömürülen proleterlerin kafasına azçok açık bir biçim altında kabul ettiren bu elle tutulur somut olgu üzerine dayanıyor, — bu olgu üzerine, yoksa şu ya da bu dört duvar arası teorisyeninin haklı ya da haksız üzerindeki fikirlerine değil. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.