DOĞA FELSEFESİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DOĞA FELSEFESİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ocak 2014 Cuma

BİRİNCİ KISIM - BEŞİNCİ BÖLÜM - DOĞA FELSEFESİ, UZAY VE ZAMAN

Doğa felsefesi'ne geliyoruz. Burada bay Dühring, öncellerinden hoşnut olmamak için yeniden her türlü nedene sahip. Doğa felsefesi "o denli aşağıya düşmüştü ki karışık ve bilgisizliğe dayanan bir şiir karikatürü halini almış ve mutlak papazlığında madrabazlık eden ve halkı aldatan Schelling gibi fahişe filozof taslakları ve aynı soydan başka çapkınların işi olmuştu". 

Bıkkınlık bizi bu "canavarlar"dan kurtardı, ama şimdiye değin yalnızca "kararsızlığa" yer açtı; "ve kamuoyuna gelince, onun bakımından büyük bir şarlatanın gidişinin, çoğu kez daha küçük boyda ama işbilir bir ardıl için birincinin metaını hemen bir başka etiket altında sürme fırsatından başka bir şey olmadığı bilinir." 

Bilginler de "dünyayı kapsayan fikirler imparatorluğunda gezinti yapma isteğini" pek duymaz ve bundan ötürü teori alanında "tutarsız düşüncesizlikler"den başka bir şey yapmazlar. Buna hemen bir çare bulunması gerekmektedir ve çok şükür ki bay Dühring, bu işin başındadır. 

Dünyanın (acun, evren) zaman içinde yayılması ve uzay içinde sınırlanması üzerine bundan sonraki açıklamaları doğru değerlendirebilmek için, "evren şemaları"nın bazı yerlerini yeni baştan ele almamız gerekiyor. 

Gene Hegel ile tam bir uyum içinde (Ansiklopedi, § 93), Varlığa —Hegel'in kötü sonsuzluk dediği— sonsuzluk atfedilir, sonra da bu sonsuzluk incelenir. 

Çelişkisiz düşünülecek bir sonsuzluğun en açık biçimi, sayı dizisindeki rakamların sınırsız birikimidir. ... Saymaya devam etme olanağını hiç tüketmeksizin, her sayıya bir birim daha ekleyebildiğimiz gibi, her Varlık durumundan sonra bir başka durum dizilir ve sonsuzluk, bu durumlarin sınırsız çoğaltılmasına dayanır. Öyleyse, doğrulukla düşünülmüş bu sonsuzluğun, ancak bir tek yönü ile birlikte, bir tek temel biçimi var. Gerçekten, düşüncemiz için durumların birikiminde karşıt bir yön düşünmek her ne denli önemsizse de, geri geri giderek ilerleyen sonsuzluk düşüncesi, düşüncesiz bir zihinsel üretimden başka bir şey değildir. Çünkü gerçeklikte bu birikimi, gerçekte ters yönde geçmek gerekeceği için, durumlarından her birinde, arkasında sonsuz bir sayı dizisi bulunurdu. Ama bu da sayılmış bir sonsuz dizi gibi kabul edilmez bir çelişkiye düşmek olurdu ve buna göre, sonsuz için bir ikinci yön düşünmek saçmadır. 

Bu sonsuzluk anlayışından çıkartılacak ilk sonuç, dünyadaki bu neden-sonuç zincirinin bir gün bir başlangıcı olması gerektiğidir: 

Sayılmış sayılmazı varsaymasından ötürü, birbiri arkasına sıralanan sonsuz bir nedenler dizisi aklın almayacağı bir şeydir. 

Demek ki bu son neden tanıtlanmış oluyor. 

İkinci sonuç "belirli sayı yasasıdır: Bağımsız varlık ya da nesnelerin her gerçek cinsinde özdeşin birikimi, ancak belirli bir sayının oluşması olarak düşünülebilir." 

Yalnızca gökcisimlerinin varolan niceliklerinin her an belirli bir sayıda olması gerekmekle kalmaz, dünyada varolan en küçük bağımsız madde parçacıklarının toplam niceliğinin de her an belirli bir sayıda olması gerekir. Bu son zorunluluk, atomsuz hiçbir bileşimin düşünülemeyeceğinin gerçek nedenidir. Her gerçek bölünme durumu, her zaman eksiksiz bir belirlenebilirlik içerir ve sayılmış sayılmaz çelişkisinden kaçınmak isteniyorsa, bunu içermesi gerekir. Aynı nedenden ötürü, yalnızca dünyanın güneş çevresindeki dönüşlerinin şu andaki sayısının belirtilmesi her ne denli olanaksızsa da, belirli bir sayı olması gerekmekle kalmaz, ayrıca tüm devirli doğal süreçlerin de bir başlangıcı olması ve doğanın birbirini izleyen bütün farklılıklarının, bütün biçimlerinin de köklerini kendi kendine özdeş bir durum içinde bulması gerekir. Bu durum, çelişkisiz olarak ezelden beri varolmuş olabilir, ama eğer kendinde zaman, olanakları oraya fikir olarak koyan anlığımız (müdrikemiz) tarafından keyfince bölünmüş olma yerine gerçek parçalardan bileşmiş olsaydı, bu düşünce de dıştalanırdı. Zamanın gerçek ve kendinde farklı içeriğinde durum başkadır; zamanın birbirinden ayırdedilebilir türdeki olgularla bu gerçek dolduruluşu ve bu alanın varlık biçimleri, işte bu ayırdedilebilirliklerinden ötürü, sayılabilir şeyler arasındadır. Değişmesiz ve kendi kendine özdeşliği içinde ardarda geliş sırasında hiçbir farklılık göstermeyen bir durum düşünelim, o zaman, en özgül zaman kavramı en genel Varlık fikri durumuna dönüşür. Boş bir süre birikiminin ne anlama geldiği düşünülemez. — Bay Dühring böyle konuşur ve bu bulgularin önemi iyice vurgulanır. Önce, "hiç değilse bunların önemsiz bir doğru olarak değerlendirilmeyeceklerini" umar; ama sonradan, "sonsuzluk kavramlarına ve bunlarin eleştirisine, sayesinde şimdiye değin bilinmeyen bir önem kazandırmış bulunduğumuz son derece yalın formüller ... evrensel uzay ve zaman anlayışının, şimdiki belirtme ve derinleştirme biçimimizle öylesine yalınca betimlenmiş öğeleri hatırlansın" der. 

Kazandırmış bulunduğumuz! Şimdiki belirtme ve derinleştirme biçimimiz! "Biz" kimiz ve bu "şimdiki zaman" ne zaman başlıyor? Kim derinleştiriyor ve kim belirtiyor? 

Tez: Dünyanın zaman içinde bir başlangıcı vardır ve uzay içinde de sınırlanmış bir durumdadır. — Kanıt: Gerçekten, eğer dünyanın zaman içinde bir başlangıcı olmadığı kabul edilirse, her belirli anda geçmiş bir ezeliyet ve buna göre dünyadaki işlerin ardışıklık durumlarından oluşan sonsuz bir dizi var demektir. Oysa, bir dizinin sonsuzluğu bu dizinin daha sonraki bir bireşim tarafından tamamlanamamasına dayanır. Öyleyse geçmiş dünya durumlarının sonsuz bir dizisi olanaksızdır ve buna göre dünyanın bir başlangıcı, dünyanın varlığının zorunlu bir koşuludur. İlkin bunun tanıtlanması gerekiyordu. — İkinci noktaya gelince, eğer karşıtı kabul edilirse dünya, birlikte varolan şeylerden verilmiş sonsuz bir bütün olacaktır. Oysa, her türlü sezgiye açık belli sınırlar içinde verilmiş olmayan en küçük niceliğin (quantum) büyüklüğünü, biz ancak parçaların bireşimi aracıyla ve bu türlü en küçük nicelik bütünlüğünü de eksiksiz bireşim ya da birimin kendi kendine yinelenmiş katılması aracıyla tasarlayabiliriz. Son olarak, bütün uzayları dolduran dünyayı bir bütün olarak tasarlamak için, sonsuz bir dünyanın parçalarının daha sonraki bireşimine eksiksiz (tam) olarak bakmak, yani birlikte-varolan şeylerin sayımında sonsuz bir zamanın akıp gittiğini kabul etmek gerekir, ki bu da olanaksızdır. Öyleyse gerçek şeylerin sonsuz bir katışmacı (agrégat), ne verilmiş bir bütün, dolayısıyla ne de aynı zamanda verilmiş olarak kabul edilebilir. Öyleyse bir dünya, uzaydaki yayılışı bakımından sonsuz değil, sınırlar içine kapatılmış bulunur ki bu da tanıtlanacak ikinci nokta idi.[6*] 

Bu önermeler, Immanuel Kant'ın ilk kez 178 l'de yayınlanan ve Arı Usun Eleştirisi adını taşıyan çok ünlü kitabından sözcüğü sözcüğüne kopya edilmişlerdir; I. kısım, ikinci kesim, kitap II, bölüm II, 2. seksiyon: "Arı Usun Birinci Çatışkısı"nda herkes bunları okuyabilir. Öyleyse bay Dühring'in payına, Kant tarafından dile getirilen bir fikrin üzerine belirli sayı yasası adını yapıştırmış ve henüz zamanın olmadığı ama dünyanın gene de olduğu bir zaman bulunduğunu bulgulamış olma övüncünden başka bir şey düşmüyor. Bütün geri kalan, yani bay Dühring'in açıklamasında gene de bir anlam taşıyan her şey için "Biz", Immanuel Kant'tan başkası değildir ve "şimdiki zaman" da ta 95 yıl önce başlar. Gerçekten "son derece yalın"! Tuhaf bir "şimdiye değin bilinmeyen önem"! 

Ne var ki Kant, yukarda tezleri hiçbir zaman kendi tanıtlamasıyla çözülmüş şeyler olarak koymaz. Tersine. Karşı sayfada tersini ileri sürer ve tanıtlar; dünyanın zaman bakımından başlangıcı, uzay bakımından sonu yoktur ve çatışkıyı, çözülmez çelişkiyi, birinin öbürü denli tanıtlanabilir olması olgusunda görür. Zekası o denli zeyrek olmayanları bu, belki "bir Kant"ın burada çözümlenemez bir güçlük bulduğu kuşkusuna düşürmüştür. Ama bizim cesur "tamamen özgün sonuç ve görüşler" imalatçımızı değil: Kant'ın çatışkısında o, kendisine yarayan ne varsa utanıp sıkılmadan kopya eder ve geri kalanı da bir yana atar. 

Sorunun kendisi çok kolay bir biçimde çözülür. Zamanda ezelilik, uzayda sonsuzluk, a priori olarak ve sözcüğün yalın anlamına göre, ne önden ne arkadan, ne yukardan ne aşağıdan, ne sağdan ne soldan, hiçbir yandan sonu olmamak demektir. Bu sonsuzluk, sonsuz bir dizinin sonsuzluğundan bambaşka bir şeydir, çünkü sonsuz bir dizi her zaman birimden, bir ilk terimden başlar. Bu dizi fikrinin konumuza uygulanma olanaksızlığı, onu uzaya uyguladığımız anda kendini gösterir. Uzaya uygulanmış sonsuz dizi, belirli bir noktadan kalkarak belirli bir yönde sonsuzluğa çekilmiş bir çizgi demektir. Uzayın sonsuzluğunu, uzaktan da olsa, açıklar mı bu? Tersine, uzayın boyutlarını kafada canlandırmak için, ikişer ikişer karşıt üç yönde çizilmiş en az altı çizgi gerek ve buna göre bu, bize bu boyutlardan altı tane verir. Kant bunu o denli iyi anlıyordu ki kendi sayı dizisini ancak dolaylı olarak, bir dolambaçla evrenin uzaysallığına aktarmıştı. Buna karşılık bay Dühring, bizi uzayda altı boyut kabul etmeye zorlar ve hemen sonra da uzayın bilinen üç boyutu ile yetinmek istemeyen Gauss'un matematik mistisizmini damgalamak için hoşnutsuzluk sözü bulmakta güçlük çeker.[7*] 

Zamana uygulanınca, birimlerin iki yana giden sonsuz çizgi ya da dizisi, belli bir eğretilemeli anlam taşır. Ama eğer zamanı birimden başlayarak sayılan ya da belirli bir noktadan yola çıkan bir çizgi olarak düşünürsek, bununla a priori olarak zamanın bir başlangıcı bulunduğunu söylemiş, tanıtlamak istediğimiz şeyin ta kendisini varsaymış oluruz. Zamanın sonsuzluğuna tek yönlü bir yarı-sonsuzluk niteliği vermiş oluruz; ama yarısından bölünmüş ve tek yönlü bir sonsuzluk, "çelişkisiz düşünülmüş bir sonsuzluğun" gerçek karşıtı olan kendinde (en soi) bir çelişkidir de. Bu çelişkiden, ancak diziyi kendisinden başlayarak saymaya başladığımız birimin, çizgiyi kendisinden başlayarak ölçtüğümüz noktanın, çizgi ya da dizi biçimindan şuraya ya da buraya koymamızın önem taşımadığı, dizi içinde herhangi bir birim, çizgi üzerinde herhangi bir nokta olduğunu kabul ettiğimizde kurtulabiliriz. 

Ama ya "sayılmış sonsuz sayı dizisi" çelişkisi? Bay Dühring bunu sayma hünerini gösterir göstermez, bu çelişkiyi daha yakından inceleyecek durumda olacağız. Bay Dühring, -µ'dan (eksi sonsuz) sıfıra kadar saymayı başarınca gelsin. Gerçekten, kendisinden başlayarak saymaya başladığı sayı ne olursa olsun, arkasında sonsuz bir dizi ve onunla birlikte çözmesi gereken sorunu bıraktığı açıktır. Yalnızca kendi 1 + 2 + 3 + 4... sonsuz dizisini tersine çevirsin ve sonsuzdan başlayarak birime gelmek için saymayı denesin; bu açıkça neyin sözkonusu olduğunu bilmeyen bir adamın girişimidir. Dahası var. Bay Dühring sonsuz geçmiş zaman dizisinin sayılmış olduğunu öne sürdüğü zaman, bununla zamanın bir başlangıcı olduğunu ileri sürer; çünkü, başka türlü "sayma"ya hiç başlayamazdı. Öylese, bir kez daha, tanıtlayacağı şeyi varsayım yoluyla elaltından kabul ettirir. Öyleyse, sayılmış sonsuz dizi fikri, başka bir deyişle dühringvari evrensel belirli sayı yasası, in adiecto bir çelişkidir, kendinde bir çelişki, hatta saçma bir çelişki içerir.[8*] 

Bir şey açık: Bir sonu olan, ama başlangıcı olmayan sonsuz, bir başlangıcı olan, ama sonu olmayan sonsuzdan ne daha çok, ne de daha az sonsuzdur. En küçük bir diyalektik anlayış, bay Dühring'e başlangıç ile sonun, kuzey ve güney kutupları gibi zorunlu olarak birbirine bağlı bulunduklarını ve son ortadan kaldırılırsa, başlangıcın da kendisinin son durumuna, — dizinin sahip olduğu tek son durumuna geleceğini ve tersinin de böyle olduğunu söylerdi. Sonsuz dizilerle çalışma matematik alışkanlığı olmasa, her türlü aldanma olanaksız olurdu. Matematikte belirsize, sonsuza varmak için belirliden, sonludan yola çıkmak gerektiğinden, olumlu olumsuz tüm matematik dizilerinin birimden başlamaları gerekir, yoksa bu diziler hesap yapmaya yaramazlar. Ama matematikçinin mantıksal gereksinmesi, gerçek dünya için bir yasa oluşturmaktan çok uzaktır. 

Ayrıca bay Dühring, gerçek sonsuzluğu çelişkisiz düşünme işinin üstesinden hiçbir zaman gelemeyecektir. Sonsuzluk bir çelişkidir ve çelişkilerle doludur. Bir sonsuzun sonlu değerlerden bileşmiş olması aslında bir çelişkidir, ama durum da budur. Maddi dünyanın sınırlı niteliği, onun sınırsız niteliğinden daha az çelişkilere götürmez ve bu çelişkileri ortadan kaldırmayı gözeten her girişim, gördüğümüz gibi yeni ve daha ağır çelişkilere götürür. Sonsuzluk, işte bir çelişki olduğu içindir ki, zaman ve uzay içinde sonsuzca akıp giden sonsuz bir süreçtir. Çelişkinin ortadan kaldırılması, sonsuzluğun sonu olurdu; Hegel bunu çok doğru bir biçimde görmüştü ve bundan ötürü bu çelişki üzerinde uzun uzun tartışan baylara, layık oldukları aşağısama ile davrandı. 

Devam edelim. Demek ki zamanın bir başlangıcı var. Peki, bu başlangıçtan önce ne vardı? Değişmez, kendi kendine özdeş bir durum içinde bulunan dünya mı? Bu durumda hiçbir değişiklik olmadığından, çok özel zaman kavramı, kendiliğinden daha genel Varlık fikri durumuna dönüşür. İlkin, bay Dühring'in kafasında hangi kavramların dönüştüğü, bizi burada hiç ilgilendirmez. Sözkonusu olan zaman kavramı değil, bay Dühring'in hiç de o denli ucuz kurtulamadığı gerçek zamandır. İkinci olarak, zaman kavramı istendiği zaman daha genel Varlık fikri durumuna dönüşebilir, bu bizi bir adım bile ileri götürmez. Çünkü her Varlığın temel biçimleri uzay ve zamandır ve zaman dışında bir Varlık, uzay dışında bir Varlık denli büyük bir saçmalıktır. Hegelci "ezeli geçmiş Varlık" ile yeni-schellingci "anımsanmaz Varlık", bu zaman dışındaki Varlık karşısında ussal tasarımlardır.[9*] Bu nedenle bay Dühring, bu işi de büyük bir sakınım ile ele alır: Açıkça söylemek gerekirse bu, bal gibi bir zamandır, ama aslında zaman denilemeyecek bir zaman: Zamanın kendisi gerçek parçalarda bileşmez ve yalnızca anlığımız tarafından istediğince bölünmüştür, —yalnızca zamanın ayırdedilebilir olgular tarafından gerçek bir doluşu, sayılabilire bağlanır—, boş bir süre birikiminin ne anlama geleceği burada hiçbir önem taşımaz; önemli olan, dünyanın burada varsayılan durumda sürüp sürmediği, bir süreden geçip geçmediği sorunudur. Böyle bir içeriksiz sürecin ölçülmesinden, tıpkı boş uzayda nedensiz ve amaçsız ölçümler yapmaktan olduğu gibi, hiçbir şey çıkmayacağını çoktan beri biliyoruz ve işte bu yöntemdeki cansıkıcılıktan ötürüdür ki Hegel, bu sonsuzu kötü sonsuz olarak niteler. Bay Dühring'e göre zaman, ancak değişiklikle vardır, yoksa değişiklik zamanda ve zamanla değil. İşte, zaman değişiklikten farklı olduğu içindir ki değişiklik aracıyla ölçülebilir, çünkü ölçü her zaman ölçülecek şeyden farklı bir şey anlamına gelir. Ve içinde ne olduğu bilinen değişikliklerin geçmediği zaman, zaman olmamaktan uzaktır; tersine, hiçbir yabancı katkının etkilemediği an zamandır, yani gerçek zaman, zaman olarak zaman. Gerekten eğer biz, zaman kavramını her türlü yabancı ve aykırı katkıdan arıtılmış olarak, tüm anlığı içinde kavramak istersek, zaman içinde birlikte ya da ardarda olup biten çeşitli olayları yabancı şeyler olarak onun dışına atmak ve böylece içinde hiçbir şey olup bitmeyen bir zaman düşünmek zorundayız. Böyle yapmakla, zaman kavramını genel Varlık fikri içinde yitirmemiş ama ilk kez olarak arı zaman kavramına erişmiş oluruz. 

Ama bütün bu çelişki ve bu olanaksızlıklar, bay Dühring'in evrenin başlangıçtaki kendi kendine özdeş durumu üzerine olan düşüncesiyle içine düştüğü karışıklık yanında çocuk oyuncağı kalır. Eğer dünya bir zamanlar kesinlikle hiçbir değişikliğe sahne olmayan bir durum içinde idiyse, bu durumdan değişikliğe nasıl geçebildi? Değişiklikten kesinlikle bağışık olan, özellikle ezelden beri bu durum içinde bulunan bir şey, hareket ve değişiklik durumuna geçmek üzere bu durumdan kendi başına hiçbir biçimde çıkamazdı. Öyleyse onu harekete getiren bir ilk itişin dışardan, dünyanın dışından gelmiş olması gerekir. Oysa, "ilk itiş"in, Tanrı delmenin bir öteki biçiminden başka bir şey olmadığı bilinir. İşte bay Dühring'in evren şemalarından yolcu etmiş olduğunu o denli hoş bir biçimde öne sürdüğü Tanrı ve öteki-dünya, her ikisi de belginleştirilmiş ve derinleştirilmiş olarak, doğa felsefesine gene kendisi tarafından geri getirilmiş bulunuyor. 

Devam edelim. Bay Dühring şöyle diyor: 

Varlığın sürekli bir öğesine büyüklük düştüğü yerde bu büyüklük, belirlenebilirliği içinde değişmez kalacaktır. Madde ve mekanik enerji (erke) konusunda ... bu böyledir. 

Geçerken söyleyelim, birinci tümce, bay Dühring'in belitsel bir biçimde gereksiz-yinelemesi cafcaflı anlatımının değerli bir örneğini veriyor: Büyüklük, değişmediği yerde, aynı kalır. Öyleyse, bir kez dünyada bulunan mekanik enerji[10*] miktarı sonsuz olarak aynı kalır. Doğru olduğu ölçüde, Descartes felsefesinin aşağı yukarı üçyüz yıl önce bunu bilip söylediği,[11*] doğa biliminde enerjinin sakınımı öğretisinin yirmi yıldan beri her yerde elüstünde tutulduğu ve bay Dühring'in bunu mekanik enerji ile sınırlandırarak, bu öğretinin iyiliğini hiç de artırmadığı gerçeğini bir yana bırakalım. Ama değişiklikten bağışık durum zamanında mekanik enerji nerede idi? Bu soruya bay Dühring, hiçbir yanıt vermemekte direnir.

Pekala, sonsuz olarak kendine eşit kalan bu mekanik enerji o zaman neredeydi ve ne yapıyordu bay Dühring? Yanıt: 

Evrenin ya da daha doğrusu maddenin hiçbir geçici değişiklik birikimi içermeyen, değişiklikten bağışık bir Varlığının başlangıç durumu, ancak kendi üretici yeteneğinin gönüllü sakatlanışında bilgeliğin doruğunu gören bir anlığın ortadan kaldırabileceği bir sorundur. 

Öyleyse: Ya benim değişiklikten bağışık başlangıç durumumu incelemeksizin kabul edersiniz, ya da ben, çok yapıt veren Eugen Dühring, hepinizi zeka hadımları ilan ederim. İşte bu, kuşkusuz birçoklarını durdurabilir! Biz ki bay Dühring'in üretici yetisinin bazı örneklerini daha önce görmüş bulunuyoruz, bu zarif sövgüyü yanıtsız bırakır ve bir kez daha sorumuzu sorabiliriz: Ama, bay Dühring, lütfen, mekanik enerjiden ne haber? 

İşte bay Dühring güç durumda. Gerçekten kemküm eder: 

Başlangıçtaki bu limit-durumun mutlak özdeşliği geçiş ilkesini kendiliğinden vermez. Bununla birlikte anımsayalım ki iyice bildiğimiz varlık zincirinde, ne denli küçük olursa olsun, her yeni halka için de sonuçta durum aynıdır. Sözkonusu olan bu önemli nokta üzerinde güçlük çıkarmak isteyen kişi, bunun daha az görüldüğü fırsatlarda kendini bu işten bağışık tutmamaya gözkulak olmakla iyi edecektir. Öte yandan, gitgide kerteli aracı durumları araya katma olanağı her zaman vardır ve bundan ötürü süreklilik köprüsü, üstünden değişmeler aşamasının yok olmasına değin varmak için, açık kalır. Arı kavram bakımından bu süreklilik, ana fikri aşmakta bize elbette yardımcı olmaz, ama o bizim için yasaların her türlü uygulamasının ve bilinen bütün öteki geçişlerin temel biçimidir, öyleki biz onu, bu ilk denge ile onun bozulması arasında aracı gibi kullanmak hakkına da sahip bulunuruz. Ama eğer biz, deyim yerindeyse [!] hareketsiz dengeyi bugünkü mekaniğimizde özel bir duraksama göstermeksizin [!] kabul edilen kavramlar nedeniyle düşünseydik, maddenin dönüşümler aşamasına nasıl varabildiğini göstermek büsbütün olanaksız olurdu. 

Bize yığınlar mekaniğinden başka, ayrıca, yığınlar hareketinin son derece küçük parçacıkların hareketi durumuna bir dönüşümü de vardır deniliyor,[12*] ama bunun oluş biçimine gelince, "şimdiye- değin elimizde hiçbir genel ilke yoktur ve bu süreçler biraz karanlık içinde yitip gidiyorlarsa, buna şaşmamalıyız". 

Bay Dühring'in tüm söyleyeceği, işte bu. Kendimizi bu gerçekten acınası kaçamak ve formüllerle yanıtlandırılmış saysaydık, gerçekten yalnızca üretici yetinin gönüllü sakatlanmasında değil, ama körün değneğinde de bilgeliğin doruğunu görürdük. Bay Dühring, mutlak özdeşliğin kendiliğinden, değişmeyeceğini itiraf ediyor. Mutlak dengenin kendiliğinden harekete geçme aracı yoktur. Öyleyse geriye ne kalıyor? Üç yoksul yankesicilik. 

Birincisi: Varlığın iyi bilinen zincirinde, ne denli küçük olursa olsun, her halkadan bir sonrakine geçişi tanıtlamak da bir o denli zordur. — Bay Dühring, okurlarını ağzı süt kokan çocuklar yerine koyar gibidir. Varlık zincirinin en küçük halkalarının tikel geçiş ve bağlantılarının kanıtı, doğa biliminin içeriğinin ta kendisini oluşturur ve eğer bu iş herhangi bir yerden aksarsa, hiç kimse, hatta bay Dühring bile, meydana gelen hareketi hiçlikten hareket ederek açıklamayı aklına getirmez, ama yalnızca iletmeden, dönüşümden ya da bir önceki hareketin yayılmasından hareket ederek açıklamayı düşünür. Tersine, burada [Dühring'in yukarda aktarılan parçasında, -ç.], açıkça hareketi hareketsizlikten, yani hiçlikten çıkarma amacı var. 

İkincisi: "Süreklilik köprüsü". Arı kavram bakımından bu köprü, kuşkusuz güçlüğün üstesinden gelmemize yardımcı olmaz, ama biz gene de onu hareketsizlik ile hareket arasında dolayım olarak kullanmak hakkına sahibiz. Ne yazık ki, hareketsizliğin sürekliliği hareket etmemeye dayanır; öyleyse nasıl hareket meydana getirebilir, işte her zamandan daha gizemli kalan şey. Ve bay Dühring, hareket yokluğundan evrensel harekete geçişini her zaman öylesine küçük parçacıklar biçiminde ayrıştırabilir ve ona öylesine istediği denli uzun bir süre verebilir ki hiçbir zaman bir milimetrenin onbinde-biri kadar ileri gitmiş olmayız. Yaratıcı bir eylem olmadıkça hiçlikten, bir matematik diferansiyel denli küçük de olsa, herhangi bir şey, çıkaramayız. Öyleyse süreklilik köprüsü, üzerinden bir bay Dühring'in geçebileceği bir eşek köprüsü[13*] bile değil. 

Üçüncüsü: Bugünkü mekanik geçerlikte kaldığı sürece —ve bay Dühring'i göre bugünkü mekanik, düşüncenin oluşmasının en özsel kaldıraçlarından biridir— hareketsizlikten harekete nasıl geçildiğini göstermek olanaksızdır. Ama mekanik sıcaklık teorisi bize, bazı koşullar altında, kütleler hareketinin moleküler hareket durumuna dönüştüğünü gösterir (ne var ki hareket, burada da hiçbir zaman hareketsizlikten değil, bir başka hareketten çıkar) ve bay Dühring, ezile büzüle, bunun belki de kesin statik (dengede olan şey) ile dinamik (hareket eden şey) arasında bir köprü kurabileceği fikrini aşılar. Ama bu süreçler, "biraz karanlık içinde yitip giderler". Ve bay Dühring de bizi, karanlık içinde yelkenleri inik bırakır. 

Bay Dühring'in bütün derinliği ve bütün belginliği ile durmadan daha belgin bir budalalığa, durmadan daha derin bir biçimde batmış ve işte ulaşmamız gereken yere — "karanlığa" varmış bulunuyoruz. Ama bu, bay Dühring'i pek o denli sıkmaz. Hemen bir sayfa sonra, "kendi kendine özdeş sürerlik (permanence) kavramını, hemen maddenin ve mekanik güçlerin tutumuna dayanan gerçek bir içerikle donatabildiğini" ileri sürme yüzsüzlüğünü gösterir. 

Ve başkalarına "şarlatan" diyen de bu adam! 

Bereket versin ki bu umutsuz şaşkınlık ve karışıklıklar ortasında bize, "karanlık içinde", hem de ruhumuzu yücelten cinsten bir avunç kalıyor: 

Öbür göksel cisimlerde yaşayanların matematiği de, bizim belitlerimizden başka bir temele dayanamaz! 

BİRİNCİ KISIM - ALTINCI BÖLÜM - DOĞA FELSEFESİ, EVRENDOĞUM, [14*] FİZİK, KİMYA

Açıklamanın devamında, şimdi güncel dünyanın oluşma biçimine ilişkin teorilere geliyoruz. Maddenin evrensel bir dağılım durumu eski iyonya filozoflarının başlangıç fikri olmuştur, ama özellikle Kant'tan sonra, evrensel çekim ve ısının yayılmasının çeşitli katı gökcisimlerinin giderek oluşması sonucunu verdiği düşüncesine götüren bir ilkel bulutsu varsayımı yeni bir rol oynar. Günümüzün mekanik ısı teorisi, evrenin ilkel durumları üzerindeki vargılara çok daha belirli bir biçim verilmesini olanaklı kılar. Her şeye karşın "gazsal dağılım durumu, ancak ve ancak, eğer ilk iş olarak onda verilmiş bulunan mekanik sistem çok belirli bir biçimde belirtilebilirse, ciddi tümdengelimler için bir hareket noktası görevi görebilir. Yoksa yalnızca fikir, gerçekte son derece bulutsu olmakla kalmaz ayrıca tümdengelimden tümdengelime ilerlendiği ölçüde, ilkel bulutsu gerçekten gitgide daha yoğun ve gitgide daha akıl almaz bir durum da alır. Şimdilik henüz her şey, daha yakından belirlenmesi olanaksız bir yayılma kavramının biçimsizlik ve belirsizliği içinde kalır" ve böylece "bu gazsal evren ile son derece bulanık bir kavramdan" başka bir şeye sahip bulunmayız. 

Güncel bütün göksel cisimlerin kökenini, dönüş durumundaki bulutsu kütlelerde gören Kant teorisi, astronominin Kopernik'ten sonra yaptığı en büyük ilerleme oldu. [15*] Doğanın zaman içinde bir tarihi olmadığı fikri, ilk kez olarak sarsılmış bulundu. O zamana değin göksel cisimler, başlangıçtan beri her zaman aynı yörüngeler ve her zaman aynı durumlar içinde kalmış olarak kabul ediliyorlardı ve hatta çeşitli göksel cisimler üzerinde, bireysel organik varlıklar her ne denli ölüyorduysalar da, cinsler ve türler gene de değişmez sayılıyorlardı. Gerçi doğa, açıkça kesintisiz bir hareket içindeydi ama bu hareket, aynı süreçlerin değişmez yinelenmesi olarak görülüyordu. Tamamen metafizik düşünce biçimine uygun düşen bu tasarımda ilk gediği Kant açtı ve bu işi öylesine bilimsel bir biçimde yaptı ki kullandığı tanıtlamaların çoğu, bugün de geçerliktedir. Doğrusunu söylemek gerekirse Kant teorisi, günümüze değin gerçek anlamda bir varsayım olarak kaldı. Ama şimdiye değin Kopernik'in evren sistemi de bundan daha çok bir şey olmadı ve spektroskop, gökkubbe üzerinde bu akkor durumundaki gazsal kütlelerin varlığını, her türlü karşı koymayı yerlebir edecek bir biçimde tanıtladıktan sonra, Kant sistemine karşı bilimsel muhalefet susmak zorunda kaldı. Bay Dühring'in kendisi de bu bulutsu aşama olmaksızın kendi evren yapısını iyi bir sonuca götüremez, ama bu bulutsu durumda, verilmiş mekanik sistemin kendisine gösterilmesini isteyerek bunun öcünü alır ve kimse bunu yapamadığı için de bu bulutsu duruma her türlü küçümseyici sıfatı verir. Güncel bilim bu sistemi, bay Dühring'i hoşnut edecek bir biçimde, ne yazık ki belirleyemez. Başka birçok soruyu da daha çok yanıtlayamaz. Bilime: 

"Karakurbağalarının kuyruğu neden yok" diye sorulsa, şimdiye değin ancak: "Yitirdiler de ondan" yanıtını verebilir. İstenildiği denli öfkelenilsin ve istenildiği denli: "Böylece her şey daha yakından belirlenmesi olanaksız bir yitik kavramının biçimsizlik ve belirsizliği içinde kalıyor, her şey son derece bulanık bir kavram olarak kalıyor" densin, törebilimin (ahlakın) doğabilimine bu uygulanışları bizi bir adım bile ilerletmez. Bu türlü sevimlilikler, bu türlü hoşnutsuzluk gösterileri, her zaman ve her yerde söylenip gösterilebilir ve işte bu nedenle de her zaman ve her yerde uyumsuz düşer. Peki ama bay Dühring'in mekanik ilkel bulutsu sistemini bulmasını engelleyen kim? 

Talihimiz olduğu için şimdi de Kant'in bulutsu kütlesinin "evrensel gevrenin tamamen özdeş bir durumu ile ya da maddenin kendi-kendine özdeş durumu ile tastamam örtüşmekten çok uzak olduğunu" öğreniyoruz. 

Varolan göksel cisimleri bulutsu küreye kadar çıkarmakla yetinebilen ve maddenin kendi-kendine özdeş durumunu usuna bile getirmeyen Kant için ne talih! Bu arada eğer bugünkü doğa biliminde, Kant'ın gazsal küresi ilkel bulutsu olarak adlandırılıyorsa, bu sözcüğün elbette ancak göreli bir anlamda alınabileceğine dikkat edelim. Bu ilkel bulutsu, bir yandan varolan göksel cisimlerin kökeni olarak, bir yandan da maddenin şimdiye değin çıkılması olanaklı olan en eski biçimi olarak ilkel bulutsudur. Bu, maddenin ilkel bulutsudan önce sonsuz bir dizi başka biçimlerden geçmiş olmasını hiç mi hiç dıştalamaz, tersine, içerir. [16*] 

Bay Dühring üstünlüğünü burada gösterir. Bilime dayanarak, bizim geçici olarak aynı derecede geçici olan ilkel bulutsuda durduğumuz yerde onun bilimler bilimi, onun çok daha yükseğe, ta "fikrin güncel anlamıyla ne salt statik olarak, ne de dinamik olarak anlaşılabilen —yani, hiç anlaşılamayan!— o evrensel çevre durumu"na değin çıkmasını sağlar. 

 "Bizim evrensel çevre adını verdiğimiz madde ve mekanik enerji birliği, tüm sayılabilir evrim aşamalarının önkoşulu olarak maddenin kendi-kendine özdeş durumu anlamına gelmek üzere, deyim yerindeyse aynı zamanda hem mantıksal ve hem de gerçek bir formüldür." 

Maddenin kendi-kendine özdeş ilkel durumundan öyle o denli kolay kurtulamayacağımız açık. Bu durum, burada madde ve mekanik enerji birliği olarak ve bu birlik de mantıksal ve gerçek bir formül olarak vb. belirtiliyor. Öyleyse, madde ve mekanik enerji birliği ortadan kalktığı zamandır ki hareket başlıyor demektir.

Mantıksal ve gerçek formül, hegelci Kendinde (En Soi) ve Kendi-için (Pour Soi) kategorilerini, gerçek felsefesi yararına kullanma yolunda aksak bir girişimden başka bir şey değildir. Hegel'e göre Kendinde'de bir nesne, bir süreç, bir kavram içinde saklı bulunan gelişmemiş karşıtların ilkel özdeşliği vardır; Kendi-için'de, bu saklı öğelerin ayrım ve ayrılması işe karışır ve karşıtlıkları başlar. İşte bu nedenle hareketsiz ilkel durumu, madde ve mekanik enerji birliği olarak ve harekete geçişi de bunların ayrılmaları ve birbirine karşıt duruma gelmeleri olarak düşünmek zorundayız. Bundan kazandığımız şey, bu düşsel ilkel durumun gerçekliğinin kanıtı değil ama yalnızca bu düşsel durumu, hegelci Kendinde kategorisi altında ve bu durumun aynı derecede düşsel sona erişini de Kendi-için kategorisi altında kavrama olanağıdır. Yetiş, ya Hegel! 

Bay Dühring, madde gerçek olan her şeyin dayanağıdır der, bundan da madde dışında mekanik enerji olamaz sonucu çıkar. Mekanik enerji ayrıca, bir madde durumudur da. Buna göre hiçbir şeyin olup bitmediği ilkel durumda madde ile onun durumu, yani mekanik enerji, aynı şeylerdi. Öyleyse daha sonra, bir şeyler olup bitmeye başladığı zaman, durumun maddeden ayrılmış olması gerek. İşte, yetinmemiz gereken —kendi-kendine özdeş durumun ne statik ne dinamik, ne denge ne de hareket halinde olduğu güvencesine bağlı— mistik söz ebeliği, bu! Evrenin bu durumunda mekanik enerjinin nerede olduğunu ve dıştan bir itiş olmaksızın, yani Tanrı olmaksızın mutlak hareketsizlikten harekete nasıl geçebileceğimizi gene de bilmiyoruz. 

Bay Dühring'den önce materyalistler, madde ve hareketten söz ediyorlardı. O, hareketi, hareketin kendi sözde temel biçimine indirger gibi mekanik enerjiye indirger ve madde ile hareket arasındaki, zaten daha önceki bütün materyalistler için de karanlık olan gerçek ilişkiyi, böyle anlaşılmaz duruma getirir. Bununla birlikte sorun, yeteri kadar yalındır. Hareket, maddenin varoluş biçimidir. Hiçbir zaman, hiçbir yerde, hareketsiz madde ne olmuştur, ne de olabilir. Evren uzayında hareket, her gökselcisim üzerinde daha küçük kütlelerin mekanik hareketi, ısı, elektrik ya da manyetik akım biçiminde moleküler titreşim, kimyasal dağılma ve bileşim, organik yaşam: Evrendeki her tekil madde atomu, her belirli anda, bu hareket biçimlerinden herhangi birine ya da aynı zamanda birçoğuna birden katılır. Her hareketsizlik, her denge, yalnızca görelidir, ancak şu ya da bu belirli hareket biçimine göre bir anlamı vardır. Bir cisim, örneğin yeryüzünde mekanik denge durumunda, mekanik bakımdan hareketsiz durumda bulunabilir. Bu onun, dünyanın, tüm güneş sisteminin hareketine katılmasını hiç mi hiç engellemediği gibi, en küçük fizik parçacıklarının, onun ısısı tarafından koşullandırılan titreşimlere uğramalarını da, atomlarının kimyasal bir süreç gerçekleştirmelerini de engelleyemez. Hareketsiz madde, maddesiz hareket denli us almaz bir şeydir. Öyleyse, maddenin kendisi gibi, hareketin yaratılması ve yokedilmesi de olanaksızdır; eski felsefenin (Descartes) "dünyada varolan hareket miktarı değişmez kalır" derken dile getirdiği şey, budur. Demek ki hareket üretilemez, ancak aktarılabilir. Hareket, bir cisimden bir başka cisme aktarıldığında, kendi geçerse hareketin nedeni olmak bakımından, etkin olarak, aktarılırsa edilgin olarak değerlendirilebilir. Bu etkin harekete enerji, edilgin harekete de enerjinin belirtisi diyoruz. Öyleyse enerjinin, kendi belirtisi denli büyük olduğu açıktır, çünkü her ikisinde gerçekleşen hareket, aynı harekettir. 

Böylece maddenin hareketsiz bir durumunun en boş, en gülünç fikirlerden biri, arı bir "saçma kuruntu" olduğu anlaşılır. Bu fikre varmak için, bir cismin yeryüzünde içinde bulunabileceği göreli mekanik dengeyi mutlak bir hareketsizlik olarak düşünmek ve sonra onu evrenin tümüne geçirmek gerekir. Eğer evrensel hareket yalnızca mekanik enerjiye indirgenirse, bu işin daha kolay olacağı açıktır. Ve sonra, hareketin yalnızca mekanik enerjiyle sınırlandırılması, bir enerjinin durgun, zincirlenmiş, yani bir anda etkisiz olarak düşünülebilmesi üstünlüğünü de sağlar. [17*] Eğer gerçekte bir hareketin aktarılışı, çoğu kez görüldüğü gibi, çeşitli aracıların işe karıştığı biraz karmaşık bir süreç ise, zincirin son halkasını yokederek, gerçek aktarma herhangi bir ana kadar ertelenebilir. Örneğin bir tüfeğin doldurulduğu ve tetiği çekerek boşalmanın, yani barutun ateşlenmesiyle özgür kalan hareketin aktarılmasının sağlanacağı anın geciktirilmesinde durum böyledir. Öyleyse, kendi-kendine özdeş hareketsiz durum sırasında, maddenin enerji yüklü olduğu düşünülebilir ve bay Dühring'in madde ve mekanik enerji birliğinden anladığı da, eğer bundan gerçekten bir şey anlıyorsa, her halde budur. Saçma anlayış; çünkü niteliği gereği göreli olan ve aynı anda maddenin yalnızca ve yalnızca bir bölümüne uygulanabilecek bir durumu, evrene mutlak bir durum olarak yayıyor. Hatta bunu bir yana bıraksak bile, birincisi bugün tüfekler kendi başlarına dolmadıklarına göre, dünyanın nasıl olup da doldurulduğunu ve ikincisi o zaman tetiği çekmiş bulunan parmağın kimin parmağı olduğunu bilme güçlüğü hep devam eder. Ne desek, ne etsek boş: Bay Dühring'in yönetimi altında, dönüp dolaşıp geldiğimiz yer hep... Tanrının parmağı. 

Bizim gerçekçi filozofumuz, astronomiden mekaniğe ve fiziğe geçer ve mekanik ısı teorisinin, bulunmasından bir kuşak sonra, Robert Mayer'in onu yavaş yavaş getirmiş bulunduğu noktanın ötesinde dişe dokunur gelişmeler göstermemiş olmasından yakınır. Ayrıca bütün iş, hala çok karanlıktadır; "maddenin hareket durumları ile birlikte statik ilişkilerinin de verilmiş olduklarını ve bu sonuncuların mekanik iş durumunda ölçülmediklerini hep yeni baştan anımsamamız gerekir. ... Eğer daha önce doğayı büyük bir işçi olarak nitelendirmiş ve şimdi bu deyimi dar anlamı içinde almış bulunuyorsak, buna bir de kendi-kendine özdeş durumların, hareketsiz durumların ortaya mekanik iş çıkarmadıklarını eklememiz gerekir. Öyleyse statikten dinamiğe giden köprümüz gene eksik ve eğer gizli denilen ısı, şimdiye değin teorinin bir engeli olarak kalmışsa, burada da acunbilimsel (kozmolojik) uygulamalarda daha az yadsınması gereken bir eksikliğin varlığını kabul etmek zorundayız." 

Bütün bu anlaşılmaz boş sözler, bir kez daha hareketi mutlak hareketsizlikten çıkartarak, kötü bir işe fena halde bulaştığını sezen, ama gene de tek kurtarıcıya, göğün ve yerin yaratıcısına başvurmaya utanan sıkıntılı bir vicdanın içini dökmesinden başka bir şey değildir. Eğer ısı mekaniği dahil, mekanikte bile statikten dinamiğe, dengeden harekete giden köprüyü bulmak olanaksızsa, bay Dühring'e kendi hareketsizlik durumundan harekete giden köprüyü bulma zorunluluğu ne hakla yüklenecek? İşte işin içinden tereyağından kıl çeker gibi böyle sıyrılınır. 

Bayağı mekanikte statikten dinamiğe giden köprü... dıştan itiştir. Bin kentallik bir taş, on metre yüksekliğe kaldırılıp da, orada kendi-kendine özdeş bir durum içinde kalacak biçimde serbest bir konumda asıldığı zaman, bu cismin şimdiki konumunun mekanik bir iş temsil etmediğini ya da bu konum ile daha önceki konum arasındaki ayrımın mekanik iş biçiminde ölçülmediğini ileri sürebilmek için, bir süt çocukları topluluğuna yönelmek gerekir. Sokaktan ilk geçen adam, taşın kendi başına gidip yukarıya ipin ucuna asılmadığını bay Dühring'e kolayca anlatacak ve eline ilk geçecek mekanik elkitabı, eğer taşı oradan düşürürse, taşın düşerken, onu on metreye çıkarmak için ne denli mekanik iş gerekmişse o denli mekanik iş yapacağını kendisine söyleyebilecektir. Hatta yukarıya asılmış bulunan taşın mekanik bir iş temsil ettiğinden daha yalın bir gerçek yoktur, çünkü eğer yeterince uzun bir süre asılı kalırsa, kimyasal dağılma sonucu, artık taşı taşımak için yeteri kadar sağlam olmaktan çıktığı an, ip kopar. Demek ki bütün mekanik süreçler, bay Dühring'in diliyle söylemek gerekirse, bunun gibi yalın temel biçimlere indirgenebilirler ve yeterli bir itişe sahip olduğu halde, statikten dinamiğe giden köprüyü bulmakta yeteneksiz kalacak bir mühendis de henüz anasından doğmamıştır. 

Gerçi hareketin kendi ölçüsünü karşıtında, dinginlikte bulması gerektiği, metafizikçimiz için çok sert bir ceviz, çok acı bir haptır. Bu bangır bangır bağıran bir çelişkidir ve bay Dühring'e göre her çelişki, saçmadır. [18*] Bununla birlikte asılı taşın, ağırlığı ve topraktan uzaklığı ile tam olarak ölçülebilir[19*] ve istendiği gibi —örneğin doğrudan doğruya düşme, eğik planda kayma ya da çıkrık hareketi biçiminde— kullanılabilir belirli bir mekanik hareket miktarını[20*] temsil ettiği bir gerçektir ve doldurulmuş tüfek konusunda da durum aynıdır. Diyalektik anlayış bakımından hareketi kendi karşıtında, dinginlikte dışavurma olanağı, hiçbir güçlük göstermez. Onun için bütün bu karşıtlık, görmüş bulunduğumuz gibi, ancak görelidir; mutlak dinginlik, koşulsuz denge yoktur. Tekil hareket dengeye yönelir, toplu hareket dengeyi yeniden bozar. Bundan ötürü, dinginlik ve denge karşılaştıkları yerde, sınırlı bir hareketin sonucudurlar ve bu hareketin kendi sonucu aracıyla ölçülebileceği, kendi sonucunda dışavurulabileceği ve ondan hareket ederek şu ya da bu biçim altında eski durumuna gelebileceği, kendiliğinden anlaşılır. Ama bay Dühring, sorunun bu denli yalın bir düşünülüşüyle yetinemez. Tam bir metafizikci olarak, önce hareket ile denge arasında gerçeklikte varolmayan uçsuz bucaksız bir uçurum açmakla başlar ve sonra da en hurda ayrıntısına değin kendisinin imal ettiği bu uçurumu geçmek için köprü bulamamakla şaşkınlığa düşer. O, pekala metafizik merakının sırtına da binebilir ve Kant'ın "Kendinde-şey"inin ardına da düşebilirdi; çünkü eninde sonunda, bu bulunmaz köprünün ardında saklanan şey, başka hiçbir şey değil, yalnızca odur [Kant'ın "Kendinde-şey"i]. 

Ama mekanik ısı teorisi ve bu teorinin bir "engeli" olarak kalan soğurulmuş ya da "gizli" ısı üzerine ne düşünmeli? 

Eğer ısıyla, donma noktası sıcaklığında ve normal hava basıncı altındaki yarım kilo buz aynı sıcaklıkta yarım kilo su haline dönüştürülürse, aynı yarım kilo suyu 0 santigrad dereceden 79,4 santigrad dereceye değin ya da 79.4 yarım kilo suyu bir derece ısıtmaya yetecek miktarda bir ısı kaybolur. Eğer bu yarım kilo su, kaynama noktasına, yani 100º'ye değin ısıtılır ve o zaman 100º'deki buhar haline dönüştürülürse, son su damlaları da buhar haline dönüşünceye değin, hemen hemen yedi kat daha büyük, 537,2 yarım kilo suyun sıcaklığını bir derece yükseltmek için yeterli bir miktarda ısı kaybolur. [21*] Bu kaybolan ısıya, gizli ısı denir. Eğer soğutmayla, buhar yeni baştan su ve su da buz durumuna dönüştürülürse, daha önce soğurulmuş olan aynı ısı miktan bu kez özgür bir duruma, yani ısı olarak duyulur ve ölçülür bir duruma gelir. Buharın, bir kez 100º' ye kadar soğutulduktan sonra, su durumuna ancak yavaş yavaş dönüşmesinin ve donma derecesi sıcaklığındaki bir su kütlesinin buz durumuna ancak çok yavaş dönüşmesinin nedeni, işte buharın su durumuna ya da suyun buz durumuna geçmesi sırasındaki bu ısı özgürleşmesidir. Olgular, bunlar. Öyleyse, sorun şu: Isı, gizli olduğu zaman ne oluyor? 

Isının, fiziksel olarak etkin cisimlerin en küçük parçacıklarının (moleküller), sıcaklık ve topaklanma durumuna göre az ya da çok geniş —ve bazı koşullarda hareketin bambaşka bir biçimi durumuna dönmeye yetenekli— bir titreşimine dayandığını ileri süren mekanik ısı teorisi, sorunu, kaybolan ısının bir iş gördüğünü, iş durumuna dönüştüğünü söyleyerek açıklar. Buzun erimesinde, çeşitli moleküllerin kendi aralarındaki dar ve sıkı yapışıklık ortadan kalkmış ve gevşek yanyana konulmuş durumuna dönüşmüş bulunur; kaynama noktasında suyun buharlaşmasında, ortaya çeşitli moleküllerin birbiri üzerinde hiçbir önemli etkide bulunmadığı ve hatta ısının etkisi altında her yönde dağıldığı bir durum çıkar. Ne var ki bir cismin çeşitli moleküllerinin, gazsal durumda sıvı durumdan ve aynı şekilde sıvı durumda da katı durumdan çok daha büyük bir enerji ile bezendikleri açıktır. Öyleyse soğurulmuş ısı kaybolmamıştır; yalnızca dönüşmüş ve moleküller genleşirlik (expansibilité) biçimini almıştır. [22*] Çeşitli moleküllerin birbirine karşı bu mutlak ya da göreli özgürlüğü gösterebildikleri koşullar ortadan kalkar kalkmaz, yani sıcaklık ya 100º ya da 0º asgarisinin altına düşer düşmez, bu genleşme gücü gevşer ve moleküller, daha önce onları birbirinden ayırmış bulunan aynı güçle, birbirleriyle yeniden sıkışırlar; ama eğer bu güç kayboluyorsa, bu, yalnızca yeni baştan ısı olarak ve tastamam daha önce soğurulmuş olan niceliğe eşit bir ısı niceliği ile oraya çıkmak içindir. Bu açıklama, şimdiye değin kimsenin bir molekül, hele hele titreşim durumunda bir molekül görmemiş olması nedeniyle, bütün mekanik ısı teorisi gibi, elbette bir varsayımdır. Bu nedenle, henüz çok genç olan teorinin kendisi gibi, elbette eksikliklerle doludur; ama hiç olmazsa, hareketin ne yok edildiği ne de yaratıldığı gerçeğiyle hiçbir biçimde çatışmaya girmeksizin, işlerin nasıl olup bittiğini açıklar; hatta ısının dönüşümü sırasında nereye geçtiğini de tam olarak gösterebilir. [23*] Demek ki gizli ya da soğurulmuş ısı, hiçbir durumda mekanik ısı teorisinin bir engeli değildir. Tersine bu teori, ilk kez olarak olayın ussal bir açıklamasını verir ve eğer bir engel çıksaydı bu engel, olsa olsa fizikçilerin moleküler enerjinin bir başka biçime dönüşmüş bulunan ısıyı, zaman aşımına uğramış ve artık uygun bir deyim olmaktan çıkmış "gizli" deyimiyle adlandırmaya devam etmeleri olurdu. 

Kendi-kendilerine özdeş durumlar ile katı, sıvı ve gazsal topaklanma (agrégation) durumlarının dinginlik konumları, öyleyse, mekanik işin ısı ölçüsü olduğu kadarıyla, mekanik işi temsil ederler. Yeryüzünün katı kabuğu tıpkı okyanusun suyu gibi, bugünkü topaklanma durumunda kendisine doğal olarak belirli bir mekanik işin karşılık düştüğü tamamen belirli bir serbest ısı miktarını temsil eder. Dünyanın kendisinden çıktığı gazsal küre, önce sıvı topaklanma durumuna, sonra da çok büyük bir bölümü bakımından katı duruma geçtiği zaman, belirli bir moleküler enerji miktarı ısı olarak uzaya yayılmıştır. Öyleyse bay Dühring'in kulağımıza gizemli bir biçimde fısıldadığı güçlük yoktur ve biz, evrenle ilgili uygulamalarda —bilgi edinme araçlarımızın yetersizliğinden doğan— eksiklikler ve boşIuklarla gerçi karşılaşabiliriz ama teori bakımından aşılmaz engellerle hiçbir yerde karşılaşmayız. Statikten dinamiğe giden köprü, burada da dıştan gelen itiştir — denge durumundaki nesne üzerinde etkili olan başka cisimlerin neden olduğu soğuma ya da ısıtma. Bay Dühring'in bu doğa felsefesinde ne denli ilerlersek, hareketi hareketsizlikle açıklama ya da tamamen statik, dinginlik durumunda olan şeyin, sayesinde kendiliğinden dinamik duruma, harekete geçebildiği köprüyü bulma yolundaki bütün girişimler o denli olanaksız görünür. 

İşte kendi-kendine özdeş ilkel durumdan bir zaman için böylece kurtulmuş bulunuyoruz. Bay Dühring kimyaya geçer ve bu vesileyle bize doğanın, gerçek felsefesi tarafından elde edilmiş bulunan üç sürerlik yasasını, yani: 1. evrensel madde miktarının, 2. yalın (kimyasal) öğelerin miktarının ve 3. mekanik güç miktarının değişmez olduklarını açıklar. 

Böylece, bay Dühring'in inorganik dünyanın özlüğü felsefesinin vargısı olarak bize sunabilecek durumda bulunduğu gerçekten olumlu tek sonuç, maddenin —eğer varsa yalın öğeleri ile birlikte— ve hareketin yaratılma ve yokedilme olanaksızlığı, yani herkes tarafından bilinen, ayrıca burada çok yetersiz bir biçimde dile getirilmiş bulunan bu eski gerçektir. Bunlar, uzun süreden beri bildiğimiz şeyler. [24*] Ama bilmediğimiz şey, bunların "sürerlik yasaları" ve bu nitelikle de "şeyler sisteminin şematik özellikleri" olduklarıdır. Yukarıda Kant konusunda olan öykünün tıpkısı: Bay Dühring, herkesçe bilinen incir çekirdeğini doldurmaz bir şey alıyor, ona bir " Dühring" etiketi yapıştırıyor ve buna da "tepeden tırnağa özgün sonuç ve görüşler ... sistem doğurucu fikirler ... köktenci bir derinlikteki bilim" adını veriyor. 

Bununla birlikte burada, henüz umutsuzluğa kapılacak bir şey yok. En köklü bir biçimde derin bilim ile en iyi toplumsal kurumun gösterdiği eksiklikler ne olursa olsun, bay Dühring'in kesinlikle öne sürebileceği bir şey var: 

 "Evrende varolan altının her zaman aynı miktarda olması gerekir ve bu miktar evrensel maddeden daha çok artmış ya da eksilmiş olamaz." 

Yalnız bu "varolan altın" ile neyi ödeyebileceğimizi bay Dühring ne yazık ki söylemiyor. [25*] 

BİRİNCİ KISIM - YEDİNCİ BÖLÜM - DOĞA FELSEFESİ, ORGANİK DÜNYA

"Basınç ve itiş mekaniğinden duyu ve düşüncelerin birleşmesine değin, araya katılan işIemlerin türdeş ve tek bir ıskalası uzanır." 

Bu olumlama, dünyanın evrimini kendi-kendine özdeş duruma değin çıkarak izlemiş bulunan ve kendini öteki göksel cisimler üzerinde öylesine rahat duyan bir düşünür karşısında, istenen her şeyi bilmesi kendiğinden beklenebilmesine karşın bay Dühring'i, yaşamın kökeni üzerine daha çok söz etmekten kurtarıyor. Ne var ki, bu olumlama, Hegel'in daha önce anıştırmada bulunmuş olduğumuz ölçü ilişkileri düğüm çizgisi ile tamamlanmadığı sürece, ancak yarı yarıya doğrudur. Ne denli ilerleyici olursa olsun, bir hareket biçiminden bir başka hareket biçimine geçiş, her zaman bir sıçrama, her zaman kesin bir dönemeç olarak kalır. Göksel cisimler mekaniğinde, tek başına alınmış bir göksel cisim üzerindeki daha küçük yığınlar mekaniğine geçiş böyledir; yığınlar mekaniğinden ısı, ışık, elektrik, miknatıslık gibi asıl fizikte incelediğimiz hareketleri kapsayan moleküller mekaniğine geçiş de böyledir; moleküller fiziğinden atomlar fiziğine —kimyaya— geçiş de kesin bir sıçrama ile gerçekleşir ve bayağı kimyasal etkiden yaşam adını verdiğimiz albümin kimyacılığına geçiş konusunda bu, daha da böyledir. Yaşam küresi içinde sıçramalar gitgide daha seyrek ve gitgide daha farkedilmez bir durum alır. [26*] — Öyleyse bay Dübring'i düzeltme zorunda olan kişi, gene Hegel'den başkası değil. 

Organik dünyaya kavramsal geçiş, bay Dühring'e ereklik (finalité) kavramı tarafından sağlanır. Bu da Mantık'ta —kavram öğretisi—, kimyasal dünyadan yaşama teleoloji ya da ereklik öğretisi aracıyla geçen Hegel'den alınmıştır. Nereye gözatarsak atalım, bay Dühring'de kendi öz köktenci derinlik bilimi hesabına en küçük bir sıkılma duymadan verdiği Hegel'in bir "kabalığı" ile karşılaşıyoruz. Erek ve araç fikirlerinin organik dünyaya uygulanmasının, burada ne ölçüde doğru ve yerinde bulunduğunu araştırmak çok uzağa sürüklenmek olur. Her halde Hegel'in "iç erek" fikrinin, yani doğaya güdekle (maksatla), örneğin Tanrı bilgeliği ile hareket eden bir dış güç tarafından sokulmayan ama şeyin kendi zorunluluğu içinde bulunan bir ereğin uygulanması, tam bir felsefi kültürü bulunmayan kişilerde sürekli olarak bilinçli ve güdekli bir eylemi hafife almaya yolaçar. Bir başkasındaki, en küçük "tinci" ("spiritistic") atılışın ahlaksal bir öfke uçurumuna attığı aynı bay Dühring, "içgüdü izlenimlerinin ... en başta işleyişIerine bağlı bulunan doyum bakımından meydana getirilmiş olduklarına kesinlikle" güvence verir. Bize zavallı doğanın, "ondan genellikle itiraf edilenden daha çok incelik isteyen" bir işi daha olduğunu hesaba katmaksızın, "nesnel dünyayı durmadan düzene sokma zorunda olduğunu" anlatır. Ama doğa şunu ya da bunu neden yarattığını bilmekle yetinmez her işe bakan hizmetçinin işlerini yapmakla yetinmez, bilinçli öznel düşüncedeki yetkinliğin daha şimdiden iyi bir derecesi olan inceliğe sahip bulunmakla yetinmez: Onun bir de istenci vardır; çünkü içgüdülere besinlerin özümlenmesi, dölverme vb. gerçek doğa koşullarını ikincil olarak yerine getirme hakkını vermek, "bizim tarafımızdan doğrudan doğruya değil ama yalnızca dolaylı bir biçimde istenmiş olarak düşünülmelidir". Böylece, işte bilinçli olarak hareket eden ve düşünen bir doğaya geldik, daha şimdiden, statikten dinamiğe değilse de hiç olmazsa kamutanrıcılıktan yaradancılığa[27*] götüren köprünün üzerinde bulunuyoruz. Yoksa bir kez için "doğa felsefesinde biraz yarı-şiir" söylemek bay Dühring'in hoşuna mı giderdi? 

Olanaksız. Bizim gerçekçi filozofumuzun organik doğa üzerine söylemesini bildiği her şey, doğa felsefesinin bu yarı-şiirine karşı, "yüzeysel saçmalıkları ve deyim yerindeyse bilimsel yutturmacılıkları ile birlikte şarlatanlığa" karşı, darvinciliğin "kurgu (fiction) eğilimi"ne karşı savaşıma indirgenir. 

Darwin'e yöneltilen en önemli eleştiri, Malthus'un nüfus teorisini iktisattan doğa bilimine aktarmak, hayvan yetiştiricisi fikirlerinin tutsağı kalmak, yaşama savaşımı ile bilimdışı yarı-şiir söylemektir; tüm darvincilik, Lamarck'tan alınan öğeler çıkarıldıktan sonra, yabanılın insanlığa karşı yöneltilmiş bir yüceltilmesinden başka bir şey değildir. 

Darwin bilimsel gezilerden bitki ve hayvan türlerinin değişmez değil, değişir oldukları fikrini getirmişti. Ülkesinde bu fikri izlemeye devam etmek için hayvan ve bitki yetiştirme alanından daha iyisi yoktu. İngiltere, hayvan ve bitki yetiştirme alanının klasik toprağıdır; öteki ülkelerin, örneğin Almanya'nın elde ettiği sonuçlar, İngiltere'de bu bakımdan ulaşılmış olan sonuçlar üzerine bir fikir vermekten çok uzaktır. Öte yandan, başarıların çoğu son yüzyıl içinde gerçekleşmiştir, öyleki olguların saptanması pek güçlük göstermez. Darwin, bu yetiştirmenin aynı türden hayvanlar ve bitkiler arasında, yapay olarak, herkes tarafından farklı kabul edilen türler arasında görülenden daha büyük farklar meydana getirdiğini buldu. Böylece bir yandan türlerin belirli bir dereceye değin değişkenliği, öte yandan da farklı özgül niteliklere sahip organizmalar için ortak atalar olanağı tanıtlanmış bulunuyordu. O zaman Darwin doğada, yetiştiricinin bilinçli niyeti olmaksızın, uzun sürede canlı organizmalar üzerinde yapay yetiştirmeninkine benzer dönüşümler meydana getiren nedenlerin bulunup bulunmadığını araştırdı. Bu nedenleri, doğa tarafından yaratılan tohumların çok büyük sayısı ile olgunluğa gerçekten erişen organizmaların küçük sayısı arsındaki oransızlıkta buldu. Ama her tohum gelişmeye yöneldiğinden, bundan zorunlu olarak, yalnızca dövüşmek ve yemek gibi dolaysız, fizik eylem olarak değil ama hatta bitkilerde bile yer ve ışık için savaşım olarak, bir yaşama savaşımı çıkar. Ve bu savaşımda olgunluğa ulaşma ve çoğalma şansına en çok sahip bulunan bireylerin, ne denli önemsiz olursa olsun ama yaşama savaşımında üstünlük sağlayan bir bireysel özelliğe sahip bireyler oldukları da açıktır. [28*] Bu bireysel özellikler, daha sonra kalıtımla geçme ve eğer aynı türden birçok bireyde kendilerini gösteriyorlarsa, birikmiş kalıtım aracıyla bir kez tutmuş bulundukları yönde güçlenme eğilimi gösterirler; oysa bu özelliklere sahip bulunmayan bireyler, yaşama savaşımında daha kolay yenilir ve yavaş yavaş ortadan kalkarlar. Bir tür doğal seçme ile, en elverişlilerin yaşaması ile, işte bu biçimde dönüşür. 

Bu darvinci teoriye karşı bay Dühring, yaşama savaşımı fikrinin kökenini, Darwin'in de itiraf etmiş olduğu gibi nüfus teorisyeni, iktisatçı Malthus'un fikirlerinin bir genelleştirilmesinde aramak gerektiğini ve bunun sonucu bu teorinin, Malthus'un nüfus çokluğu üzerindeki papazca görüşlerine özgü bütün kusurlarla sakatlanmış olduğunu söyler. — Gerçekte, yaşama savaşımı fikrinin kökenini Malthus'da aramak gerektiğini söylemek, Darwin'in aklına bile gelmez. O yalnızca, kendi yaşama savaşımı teorisinin, hayvan ve bitki dünyasının tümüne uygulanmış Malthus teorisi olduğunu söyler. Malthus teorisini, ona daha yakından bakmaksızın, kendi bönlüğü içinde kabul etmekle Darwin'in göstermiş bulunduğu düşüncesizlik ne denli büyük olursa olsun, gene de herkes, doğadaki yaşama savaşımını —doğanın savurganlıkla ürettiği tohumların sayısız niceliği ile sonunda olgunluğa varabilen tohumların son derece küçük sayısı arasındaki çelişkiyi; gerçekte, büyük bölümü bakımından bazan son derece kıyıcı bir yaşama savaşımı içinde gözülen çelişkiyi— ayırdetmek için, Malthus'un gözlüğüne gereksinme olmadığını daha ilk bakışta görür. Ve ücret yasası, Ricardo'nun bu yasayı dayandırdığı maltusçu kanıtların unutulmasından sonra nasıl uzun süre değerini koruduysa, yaşama savaşımı da, hatta en küçük maltusçu yorum olmaksızın, doğada tıpkı öyle varolabilir. Ayrıca doğa organizmalarında, deyim yerindeyse irdelenmemiş ama saptanması türlerin evrimi bakımından büyük bir önem taşıyacak kendi nüfus yasaları vardır. [29*] Ve bu yöndeki kesin atılımı kim yaptı? Darwin'den başka kimse. 

Bay Dühring sorunun bu olumlu yönüne yanaşmaktan iyice kaçınır. Bunun yerine, yaşama savaşımının durmadan ısıtılıp ısıtılıip önümüze konması gerekir. Bilinçten yoksun otlarla barışçıl otoburlar arasında bir yaşama savaşımı, der, a priori sözkonusu olamaz. 

Yaşama savaşımı, belgin ve belirli anlamda, hayvanlar bir kurbanı yırtıp parçalayarak beslendikleri ölçüde, ancak yabanıl dünyada görülür. 

Ve yaşama savaşımı bir kez bu dar sınırlara indirgendikten sonra bay Dühring gene kendisi tarafından hayvanlıkla sınırlandırılmış bu kavramın hayvanlığına karşı ağzına geleni söyleyebilir. Ama bu ahlaksal öfkenin tek hedefi, bay Dühring'in ta kendisidir, çünkü bu biçimde kısıtlanmış yaşama savaşımının tek yaratıcısı, dolayısıyla da tek sorumlusu, odur. Öyleyse, "tüm doğa eyleminin yasalarını ve kavranışını hayvanlar dünyasında arayan" Darwin değildir —Darwin tüm organik doğayı savaşım içinde toplamamış mıydı?— ama bay Dühring'in kendi imalatından düşsel bir umacıdır. Ayrıca, "yaşama savaşımı" adı, bay Dühring'in ultramoral öfkesine seve seve bırakılabilir. [30*] Şeyin bitkiler arasında da varolduğunu ise her otlak, her buğday tarlası, her orman ona tanıtlayabilir ve önemli olan ad değildir, önemli olan bunun "yaşama savaşımı" olarak mı, yoksa "varlık koşulları ve mekanik etkilerin yokluğu" olarak mı adlandırması gerektiğini bilmek değildir, önemli olan şudur: Bu olgu, türlerin korunması ya da değişmesi üzerinde nasıl etkili olur? Bu nokta üzerinde bay Dühring, dikkafalıca kendi-kendine özdeş bir susku içinde kalmakta devam eder. Öyleyse şimdilik doğal seçme ile yetinmek gerekecek. 

Ama darvincilik, "dönüşümlerini ve farklılaştırmalarını hiçlikten üretir". Gerçi doğal seçmeyi incelediği yerde Darwin, çeşitli bireylerde değişikliklere yolaçmış bulunan nedenleri bir yana bırakır ve önce bu bireysel sapaklıkların (anomalilerin), yavaş yavaş bir soyun, bir çeşit ya da bir türün ayırdedici özellikleri durumuna gelme biçimini inceler. Darwin için en başta önemli olan, şimdiye değin ya hiç bilinmeyen ya da yalnızca çok genel bir biçimde gösterilebilen bu nedenleri bulmaktan çok, bu nedenlerin sonuçlarının içinde saptandığı, sürekli bir anlam kazandığı ussal bir biçim bulmaktır. Darwin'in bunu yaparken, bulgusuna ölçüsüz bir etki alanı tanıması, bunu türlerin değişmesinin tek nedeni durumuna getirmesi ve yinelenen bireysel değişikliklerin içinde genelleştikleri biçimi gözönünde tuta tuta, bu değişikliklerin nedenlerini savsaklamış olmasına gelince bu, onun gerçek bir ilerleme yapan kimselerin çoğu ile ortaklaşa sahip olduğu bir kusurdur. Üstelik eğer Darwin, kendi bireysel dönüşümlerini bu işte yalnızca "hayvan yetiştiricinin bilgeliği"ni kullanarak, hiçlikten başlayarak üretiyorsa, hayvan yetiştiricinin yalnızca kendi kafasında değil ama gerçeklikte bulunan kendi hayvan ve bitki biçimleri dönüşümlerinin de hiçlikten başlayarak meydana gelmiş olması gerekir. Ama bu dönüşüm ve farklılaştırmaların asıl kökeni üzerindeki araştırmalara atılım veren kişi, gene de Darwin'den başka kimse değildir. 

Kısa bir süre önce, özellikle Haeckel sayesinde, doğal seçme fikri genişletilmiş ve türlerin değişimi de, uyma (adaptation) sürecin değişen, kalıtım (hérédité) koruyan yönü olarak düşünülmek üzere, uyma ve kalıtımın karşılıklı etkileri sonucu olarak tasarlanmıştı. Ama bu da bay Dühring'in hoşuna gitmez. 

 "Doğa tarafından sunulan ya da esirgenen yaşama koşullarına asıl uyma, fikirlere göre belirlenen içgüdü ve eylemleri öngerektirir. Yoksa, uyma bir görünüş olarak kalır ve o zaman işe karışan nedensellik, fizik dünya, kimyasal dünya ya da bitki fizyolojisi aşağı derecelerinin üstüne çıkmaz." 

İşte bay Dühring'i kızdıran gene ad. Ama sürece verdiği ad ne olursa olsun, önemli olan bu süreçlerin organizma türlerinde değişikliklere yolaçıp açmadıklarını bilmektir. Ve gene bay Dühring yanıt vermez. 
 "Eğer bir bitki büyümesinde, en çok ışık aldığı yönü tutuyorsa, bu uyarı etkisi, fiziksel güçlerle kimyasal etkenlerin bir bağdaşımından başka bir şey değildir ve eğer burada, eğretileme yoluyla değil ama gerçek anlamda bir uymadan sözedilmek istenirse bu, kavramlar içine zorunlu olarak tinci (spiritistic) bir karışıklık sokmak olur. 

Doğanın hangi istek etkisiyle şunu ya da bunu yaptığını tastamam bilen, doğanın inceliğinden hatta istencinden sözeden adamın, başkası karşısındaki sertliği işte böyle! Gerçekten tinci bir karışıklık, — ama kimde? Haeckel'de mi, yoksa bay Dühring'de mi? 

Ve yalnızca tinci değil, aynı zamanda mantıksal karışıklık. Doğada erek kavramını üste çıkarmak için bay Dühring'in bütün gücüyle direndiğini gördük: "Araç ve erek ilişkisi, hiçbir zaman bilinçli bir güdek öngerektirmez." Oysa kendisine karşı o denli öfkelendiği o bilinçli güdek olmaksızın, tasarımlar aracılığı olmaksızın uyma, bir ereğe yönelen bu aynı bilinçsiz eylemden başka nedir? 

Demek ki eğer benekli elmalar ve yaprak yiyen böcekler yeşil, göl hayvanlan kum-sarısı ve kutup hayvanları çoğunlukla kar gibi beyazsalar, kuşkusuz bu renkleri bile-isteye ya da bazı tasarılara göre almamışlardır; tersine, bu renkler ancak fiziksel güçler ve kimyasal etkenlerle açıklanabilirler. Ve bununla birlikte, bu renkler aracıyla onları düşmanları için çok daha az görünür kılacak biçimde, içinde yaşadıkları ortama uymuş bulunan bu hayvanların bir ereğe bağlı oldukları da yadsınamaz. Aynı biçimde, bazı bitkilerin üzerlerine konan böcekleri yakalayıp yoğalttıkları organlar bu işe uydurulmuşlar, hem de sistematik olarak uydurulmuşlardır. Eğer şimdi bay Dühring, uymanın zorunlu olarak tasarımların sonucu olması gerektiğini savunmakta direnirse, bir ereğe yönelen eylemin tasarımlar aracılığıyla yapılması, bilinçli, güdekli olması gerektiğini bir başka biçimde söylemiş olmaktan başka bir şey yapmaz. Bu da bizi, bir kez daha, gerçekçi felsefede adet olduğu üzre, erekliğe düşkün yaratıcıya, Tanrıya götürür. 

 "Vaktiyle böyle bir yola yaradancılık denir ve pek öyle bir değer verilmezdi [der bay Dühring]. Ama şimdi, bu bakımdan da tersine gidilmiş gibi görünüyor." 

Uymadan kalıtıma geçiyoruz. Bay Dühring'e göre darvincilik, buradada büsbütün yanlış yolda. Tüm organik dünya sözde Darwin'in savına göre ilkel bir varlıktan gelir, deyim yerindeyse tek bir varlığın soyudur. Sözde ona göre, doğanın aynı türden ürünlerinin, döl-döş aracılığı olmaksızın, bağımsız birlikte-yaşamaları kesinlikle sözkonusu değildir ve bu nedenle, gerilek görüşleriyle birlikte, üreme ya da herhangi bir başka çoğalma zincirinin parmakları arasında koptuğu yerde, hemen sıfırı tüketecektir. 

Darwin'in bugünkü organizmaların hepsini tek bir ilk varlıktan çıkardığı olumlaması, kibarca söylemek gerekirse, bay Dühring'in "özgür bir yaratı ve kuruntusu"dur. Darwin, Türlerin Kökeni'nin 6. baskısı, sondan bir önceki sayfasında, "Bütün organizmaları özel yaratıklar olarak değil de yaşamış birkaç canlının doğrudan doğruya dölleri olarak"[31*] düşündüğünü açıkça söyler. 

Ve Haeckel daha da ileri gider ve "bitkiler dünyası için tamamen bağımsız bir soy-başı, hayvanlar alemi için bir başka soy-başı, [ve bu ikisi arasında], herbiri hayvanla bitki arası özel bir tek hücreli yaratık tipinden başlayarak tamamen bağımsız bir biçimde gelişmiş bulunan belirli sayıda bir yalıtık tekhücreliler soy-başı"[32*] kabul eder. 

Bu ilk varlık bay Dühring tarafından, yalnızca onu ilk Yahudi Adem ile karşılaştırma aracıyla gözden düşürmek için türetilmiştir; ama başına —bay Dühring'in başına demek istiyorum—, Smith'in Asurlular üzerindeki bulgularının, bu ilk Yahudide ilk Saminin krizalitini gösterdiğini; Kutsal Kitaptaki tüm yaratış ve tufan öyküsünün, eski paganizmin, Yahudilerin Babilliler, Kaldeliler ve Asurlular ile birlikte ortaklaşa sahip bulundukları dinsel söylenceler kolunun bir parçası olarak ortaya çıktığını bilmemek gibi bir mutsuzluk gelir.

Soysop zinciri parmakları arasında kopar kopmaz sıfırı tükettiğini söylemek, kuşkusuz, Darwin'e ağır ama çürütülemez bir eleştiride bulunmaktır. Ne yazık ki doğa bilimimizin tümü, bu eleştiriye layıktır. Soysop zincirinin elleri arasında koptuğu yerde, doğa bilimi "sıfırı tüketmiş" demektir. Doğa-bilimi şimdiye değin, soysop zinciri olmadan organik varlıklar meydana getirmesini beceremedi; hatta kimyasal öğelerden yola çıkarak yalın protoplazma ya da öbür albüminli cisimleri bile yapamadı. Yaşamın kökeni üzerine, şimdiye değin kesinlikle ancak bir şeyi: Onun mutlak olarak kimyasal yoldan meydana gelmiş olduğu söyleyebildi. Ama doğanın kendi aralarında soysop ile bağlı olmayan, özerklik durumunda yanyana konmuş ürünlerine sahip bulunduğuna göre, belki gerçek felsefesi burada yardımımıza gelecek durumdadır. Bu ürünler nasıl doğabildi? Kendiliğinden üreme ile mi? Ama şimdiye değin, kendiliğinden üremenin en gözüpek savunucuları bile, bu yoldan böceklerin, balıkların, kuşların ya da memelilerin değil, ancak bakterilerin, mantar tohumlarının ve öteki çok ilkel organizmaların meydana geldiklerini ileri sürmüşlerdir. Öyleyse, eğer bu aynı türden doğa ürünleri —elbette burada yalnızca kendilerinin sözkonusu olduğu organik ürünler—, kendileri arasında soysop ile birbirlerine bağlı değilseler, kendilerinin ya da atalarından herbirinin, "soysop zincirinin koptuğu" yerde, dünyaya özel bir yaratma eylemi aracıyla getirilmiş olmaları gerekir. İşte gene yaratıcıya ve yaradancılık denilen şeye dönmüş bulunuyoruz. 

Ayrıca bay Dühring, "özgülüklerin (propriété) cinsel bağdaşımı yalın eylemini, bu özgülüklerin oluşumunun temel ilkesi" durumuna getiren Darwin'in çok yüzeysel bir duruma düştüğünü ileri sürer. İşte bizim derin filozofumuzun yeni bir özgür yaratı ve kuruntusu daha. Tersine Darwin, kesin olarak şöyle der: Doğal seçme deyimi yalnızca değişikliklerin korunmasını içerir, meydana getirilmesini içermez (s. 63). Ama Darwin'e hiçbir zaman söylemediği şeyleri söyletmek yolunda bu yeni girişim, daha sonra gelen fikirlerin tüm dühringasa derinliğini kavramamıza yardım eder: 

Eğer üremenin iç şematizminde herhangi bir bağımsız dönüşüm ilkesi aranmış olsaydı, bu fikir büsbütün ussal olurdu; çünkü evrensel oluşum ilkesi ile cinsel dölverme ilkesini bir araya getirmek ve kendiliğinden denilen üremeyi, üremenin mutlak karşıtı olarak değil, ama bal gibi bir üretim olarak daha yüksek bir görüşle dikkate almak doğal bir fikirdir. 

Ve bu saçmasapan ve anlaşılmaz sözleri kaleme alabilen adam, Hegel'in "jargon"una dil uzatmaktan sıkılmaz! 
Ama bay Dübring'in doğa biliminin Darwin teorisinin atılımına borçlu olduğu büyük gelişmesi karşısında duyduğu cansıkıntısını yatıştırmaya yarayan suçlamalar ile tatsız ve çelişik mızıkçılıklar artık yeter. Ne Darwin, ne de onun bilginler arasındaki yandaşları, Lamarck'ın büyük başarılarını herhangi bir biçimde küçümsemeyi düşünürler; bu başarıları ilk övenler, onlar olmuştur. Ama Lamarck zamanında bilimin, türlerin kökeni sorununa hemen hemen kehanet niteliğindeki öncelemelerden başka bir yanıt verebilmek için yeterli gerece sahip olmaktan uzak bulunduğunu da gözden yitirmemek gerekir. O zamandan beri betimli ve anatomik botanik ve zooloji alanında birikmiş engin gereç bir yana, Lamarck'tan sonra burada büyük bir önemi olan yepyeni iki bilimin ortaya çıktığı görüldü: Bitki ve hayvan tohumlarının gelişmesinin incelenmesi (embriyoloji) ile yerkabuğunun çeşitli katmanları içinde kalmiş organik kalıntıların incelenmesi (paleontoloji). Gerçekten, organik tohumları yetişkin organizmalar durumuna dönüştüren kerteli gelişme ile dünya tarihinde birbiri arkasına gelen bitkiler ve hayvanlar sırası arasında şaşılacak bir uygunluk bulunur. Ve evrim teorisine en güvenilir temeli veren de, işte bu uygunluğun ta kendisidir. Ama evrim teorisinin kendisi henüz çok gençtir ve gelecekteki araştırmaların, türlerin evrimi üzerindeki bugünkü fikirleri, hatta sıkı sıkıya darvinci fikirleri adamakıllı değiştireceğinden kuşku duyulmaz. 

Ve şimdi, organik yaşamın evrimi üzerine gerçek felsefesi olumlu olarak bize ne söyleyebilir? 

 "Türlerin değişkenliği, kabul edilebilir bir varsayımdır." Ama bunun yanında, "döl-döş aracılığı olmaksızın, aynı türden doğa ürünlerinin özerkli yanyana gelişini" de kabul etmek gerekir. Bunun sonucu, aynı türden olmayan doğa ürünlerinin, yani değişken türlerin birbirlerinden geldiklerini, oysa aynı türden doğa ürünlerinde durumun böyle olmadığını düşünmek gerekirdi. Bununla birlikte, bu da tamamen doğru değil; çünkü hatta değişken türlerde bile, "döl-döş aracıyla dolayım, tersine, doğanın ancak tamamen ikincil bir eylemi olabilir". Öyleyse, gene de döl-döş, ama "ikinci sınıf". Bay Dühring döl-döş üzerine o denli kötü ve o denli karanlık şeyler söyledikten sonra, onun arka kapıdan da olsa kabul edildiğini görmekle kendimizi mutlu sayalım. Doğal seçme için de durum aynı; çünkü doğal seçmenin sayesinde gerçekleştiği yaşama savaşımı konusunda onca sağtörel öfkeden sonra, bize birdenbire şöyle denir: 

 "Varlıklar doğasının derinleştirilmiş nedeni, yaşama koşulları ve acunsal (kozmik) ilişkilerde aranmalıdır, oysa Darwin'in üzerini vurguladığı doğal seçme ancak ikincil olarak sözkonusu edilebilir." 

Öyleyse, gene de doğal seçme, ikinci sınıf da olsa; öyleyse, doğal seçme ile birlikte yaşama savaşımı ve daha sonra Malthus'un papazca teorisine göre, nüfus fazlalığı! Hepsi bu: Geri kalanı için bay Dühring, bizi Lamarck'a gönderir. 

Son olarak, başkalaşma (métamorphose) ve evrim (évolution) sözcüklerinin kötü kullanılmasına karşı bay Dühring bizi uyarır. Başkalaşma, açık olmayan bir kavrammış ve evrim kavramı da ancak evrim yasaları gerçekten ortaya konabildikleri ölçüde kabul edilebilirmiş. Onların her ikisi yerine de "bileşim" (composition) demeliymişiz, ve o zaman her şey iyi gidecekmiş. Hep aynı öykü: şeyler ne idiyseler o kalırlar ve biz yalnızca adları değiştirir değiştirmez, bay Dühring zevkten dörtköşe olur. Civcivin yumurta içindeki gelişmesinden söz ettiğimiz zaman bir karışıklık yapıyoruz, çünkü biz evrim yasalarını ancak yetersiz bir biçimde tanıtlayabiliriz. Ama eğer civcivin bileşiminden söz edersek, her şey aydınlanır. Öyleyse, artık: "Bu çocuk parlak bir şekilde gelişiyor" değil, ama: "Üstün bir şekilde bileşiyor" diyeceğiz. Yalnızca kendisine karşı duyduğu soylu saygı ile değil ama geleceğin kompozitörü olma niteliği ile de Nibelungenler Yüzüğü[33*] yaratıcısının yanındaki yerini gereğince almasından ötürü, bay Dühring'i kutlayabiliriz. 

BİRİNCİ KISIM - SEKİZİNCİ BÖLÜM - DOĞA FELSEFESİ, ORGANİK DÜNYA (SON)

"Doğa felsefesi bölümümüzde, onu öngerektirdiği tüm bilimle gereçlendirmek için hangi olumlu bilgilerin gerektiği ... düşünülsün. Önce matematiğin bütün önemli kazanımları, sonra kesin bilimlerin (science exacte) mekanik, fizik ve kimyadaki başlıca saptamaları ve genel olarak doğa biliminin fizyoloji, zooloji ve araştırmanın öteki benzer alanlarındaki sonuçlar bu bölümün temelini oluşturur.” 

Bay Dühring, bay Dühring'in matematik ve doğa bilimlerindeki derin bilgisinden işte böyle bir güven ve cesaretle söz eder. Ne var ki bu yavan bölümün kendisine bakmakla, daha da yavan sonuçları bir yana, orada saklı bulunan olumlu bilgilerin köklü derinliği hiç mi hiç belli olmaz. Herhalde fizik ve kimya üzerine dühringvari kelamlar etmek için, fizikten ısının mekanik eşdeğerini dışavuran denklemden, kimyadan da bütün cisimlerin öğelere ve öğe bağdaşımlarına ayrıldığı olgusundan başka bir şey bilmeye gerek yok. Bundan başkaca da, kim ki bay Dühring gibi, s. 131, "çekim dolayısıyla bir merkez çevresinde dolaşan atomlar"dan söz edebilirse, bununla yalnızca atomlar ile moleküller arasındaki fark konusunda tamamen "karanlık içinde" olduğunu tanıtlar. Atomların evrensel çekim ya da mekanik ya da fizik hareketin öteki biçimleri bakımından değil ama yalnızca kimyasal etki bakımından varoldukları bilinir. Ve organik doğa üzerine olan bölüm okunduğu zaman, bu boş, çelişik, en önemli noktalar üzerinde anlaşılmaz saçmalıklarla kaplı ileri geri sözler ve sonucun mutlak değersizliği karşısında insan, daha a priori, kendini bay Dühring'in burada son derece kötü bildiği şeylerden söz ettiği fikrinden kurtaramaz. Organik varlık teorisinde (biyoloji), bundan böyle evrim yerine bileşim denmesi önerisine gelindiğinde de, bu kanı kesinlik kazanır. Böyle bir şey önerebilen kimse, organik cisimlerin oluşması üzerine en küçük bir bilgisi olmadığını tanıtlar. 

Bütün organik cisimler, en aşağı biçimleri dışında hücrelerden, yalnızca güçlü bir büyüteç altında görülebilen ve bir hücre çekirdeki içeren küçük albümin pıhtılarından bileşir. Genel olarak hücre, bir de dış zar geliştirir ve o zaman içeriği azçok sıvı olur. En aşağı derecedeki hücresel cisimler, bir tek hücreden meydana gelirler; organik varlıkların çok büyük bir çoğunluğu çok hücrelidir; bunlar, aşağı organizmalarda henüz aynı yapıda olan ve daha yüksek varlıklarda gitgide daha farklı biçimler, gruplaşmalar ve eylemler gösteren çok sayıda hücrelerin türdeş karmaşalarıdır. Örneğin insan bedeninde kemikler, kıkırdaklar, deri, kısacası tüm dokular ya bileşik, ya da hücrelerden doğmuş dokulardır. Ama içinde bir hücre çekirdeği ile birlikte çoğu kez zarsız, basit bir küçük albümin pıhtısı olan amipten insana ve en küçük tekhücreli yeşil suyosunundan en gelişmiş bitkiye kadar bütün hücresel organik varlıklar, hücrelerin ikiye bölünerek üreme (scissiparité) biçimiyle çoğalırlar. Hücre çekirdeği önce ortadan daralır, çekirdeğin iki dilimini ayıran daralma gitgide daha da sıkışır; sonunda dilimler birbirinden ayrılır ve iki hücre çekirdeği oluştururlar. Bu süreç, hücrenin içinde meydana gelir; iki çekirdekten herbiri, sonunda birbirinden ayrılıncaya ve bağımsız hücreler olarak yaşamaya başlayıncaya değin, ötekiyle gitgide daha sıkı bir daralma ile bağlı bir protoplazma birikim merkezi oluşturur. Hayvan yumurtasının tohum kesesi, döllenmeden sonra ergin hayvan durumuna gelmek üzere, işte bu yinelenen hücresel bölünmeler aracıyla yavaş yavaş dönüşür ve gelişmiş hayvanda eski dokuların yerine yeni dokuların geçmesi, işte bu yoldan gerçekleşir. Böyle bir sürece bileşim demek ve evrim adlandırmasına "an kuruntu" davranışında bulunmak için, kuşkusuz, bugün bunu kabul etmek ne denli güç olursa olsun, bu süreç üzerine hiçbir bilgisi olmayan biri gerek: Burada yalnızca ve sözcüğün tam anlamıyla evrim var, ama bileşimin izi bile yok! 

Bay Dühring'in genel olarak yaşamdan ne anladıği üzerine, ilerde söyleyecek birkaç sözümüz daha olacak. Özel olarak, işte yaşam terimi altında düşündüğü şey: 

İnorganik dünya da bir otomatik hareketler sistemidir; ama yalnızca gerçek yapı ve maddelerin bir iç noktadan başlayarak ve daha küçük bir varlığa geçirilebilir bir tohum şemasına göre dolaşım için özel kanalların aracılığının başladığı yerde, sözcüğün dar ve kesin anlamıyla, asıl yaşamdan söz etmeye koyulabiliriz. 

Bu tümce, gramerin umutsuz karmaşıklığı bir yana, sözcüğün dar ve kesin anlamıyla budalalık yapıtı bir otomatik hareketler sistemidir (bununla ne anlaşılması gerekirse o anlaşılsın). Eğer yaşam yalnızca asıl yapının başladığı yerde başlıyorsa, o zaman Haeckel'in bütün tek hücreliler dünyasını ve belki daha da çoğunu, yapı kavramını anlayış biçimine göre, ölü olarak ilan etmemiz gerekir. Eğer yaşam yalnızca bu yapının daha küçük bir tohum şeması aracıyla iletilebilir olduğu yerde başlıyorsa, o zaman en azından tekhücreli organizmalara değin ve onlar dahil bütün organizmalar canlı değildir. Eğer cisimlerin dolaşımı için özel kanalların aracılığı yaşamın ayırdedici niteliği ise, o zaman daha öncekilere ek olarak, bütün selentereler yüksek sınıfını, olsa olsa denizanaları hariç, öyleyse bütün polipler ve öteki fitozoerleri, canlı varlıklar dizisinden silmemiz gerekir. Ama eğer yaşamın başlıca ayırdedici özelliği olarak cisimlerin bir iç noktadan başlayarak özel kanallar aracıyla dolaşımı kabul edilirse, o zaman kalbi olmayan ya da birkaç kalbi olan bütün hayvanları ölü ilan etmemiz gerekir. Yani daha önce adını andıklarımıza ek olarak bütün kurtları, beş-parmaklıları ve tatlı su kurtlarını (Huxley'in sınıflamasına göre annuloida ve annulosa), kabuklu deniz hayvanlarının bir kısmını (yengeçler) ve hatta son olarak, bir omurgalıyı, amphioxus'u. Ayrıca, tüm bitkileri. [34*] 

Böylece bay Dühring, sözcüğün dar ve kesin anlamıyla asıl yaşamı belirtme işine burnunu soktuğu zaman, biri yalnızca bütün bitkiler dünyasını değil ama aşağı yukarı hayvanlar dünyasının yarısını da ölüme mahkum eden, birbiriyle tam bir çelişki durumunda dört ölçüt verir. Gerçekten, "tepeden tırnağa özgün sonuç ve görüşler" vaat ederken, onun bizi aldattığını kimse söyleyemez! 

Bir başka yerde, şöyle okunur: 

Doğada da, en aşağısından en yükseğine, bütün organizmaların temelinde yalın bir tip vardır [ve bu tipe] evrensel özüyle birlikte, en gelişmemiş bitkinin en aşağı hareketinde, hiç eksiksiz raslanır. 

Bu tez, yeni baştan, "hiç eksiksiz" bir budalalıktır. Tüm organik doğada raslanan en yalın tip hücredir ve kuşkusuz, en yüksek organizmaların temelinde hücre bulunur. Buna karşılık, en aşağı organizmalar arasında, henüz hücreden çok aşağı bir nitelik taşıyan, hiçbir farklılaşmaya uğramamış yalın bir albümin pıhtısından oluşmuş birçok protamip, bütün bir dizi öteki hayvanla bitki arası tekhücreli yaratıklar (mongres) ve bütün sifoneler (syphonés) bulunur. Bütünlükleri içinde bu varlıklar, yüksek organizmalara yalnızca özsel bileştirenlerinin albümin olması nedeniyle bağlanmışlardır ve bunun sonucu albüminlerin görevlerini yerine getirirler, yani yaşarlar ve ölürler. 

Daha ilerde, bay Dühting, bize bir de şunu anlatır: 

Fizyolojik olarak duyum, ne denli yalın olursa olsun, herhangi bir sinirsel aygıtın varlığına bağlıdır. Bundan ötürü bu, duyuya, yani durumlarının bilinçli bir öznel kavrayışına yetenekli bütün hayvanların ayırdedici niteliğidir. Bitki ve hayvan arasındaki belgin sınır, duyuma sıçrayışın gerçekleştiği yerde bulunur. Bilinen geçiş varlıkları bu sınırı o denli az silerler ki bu sınırı mantıksal bir gereksinme durumuna getirenler, tersine, bu dışardan belirsiz ya da ayırdedilemez oluşumların ta kendileridir. 

Ve daha ilerde: 

Buna karşılık bitkiler, en küçük bir duyum izinden ve her türlü duyumlama yeteneğinden tamamen ve her zaman için yoksundurlar. 

Birincisi, Hegel "duyum, differentia specifia, hayvanın kesin olarak ayırdedici belirtisidir" der (Doğa Felsefesi, § 351, ek). İşte Hegel'in, bay Dühring tarafından yalın bir çalıntının son çözümlemede kesin bir doğruluğun soylu katına yükselttiği yeni bir "kabalığı". 

İkincisi, burada geçiş varlıklarından, bitki ve hayvan arasında son derece belirsiz ya da ayırdedilemez oluşumlardan (ne anlaşılmaz dil!) söz edildiğini ilk kez olarak duyuyoruz. Bu aracı biçimlerin varlığı; bitki mi, hayvan mı olduklarını söyleyemeyeceğimiz organizmaların bulunması; yani bitki ile hayvan arasındaki sınırı açıkça saptayamamamız — işte bay Dühring için, aynı zamanda kesin olmadığını da kabul ettiği bir ölçüt ileri sürme mantıksal gereksinmesini yaratan şey! Ama hayvanlar ile bitkiler arasındaki ikircil alana değin gitmemize gerek bile yok; en küçük dokunmada yapraklarını katlayan ya da taçlarını kapatan duyguluların, böcek yiyen bitkilerin en küçük bir duyum izi ve her türlü duyumlama yeteneğinden yoksun bulundukları söylenebilir mi? Bunu bay Dühring'in kendisi bile, "bilim-dışı yarı-şiir"e başvurmadan ileri süremez. 

Üçüncüsü, duyumun fizyolojik olarak ne denli yalın olursa olsun, sinirsel bir aygıtın varlığına bağlı bulunduğunu öne sürmek, gene bay Dübring'in "özgür bir yaratı ve kuruntu"sudur. Yalnızca bütün ilkel hayvanlar değil ama fitozoerler bile, hiç olmazsa büyük çoğunlukları içinde, sinirsel sistem izini göstermezler. Düzenli olarak bir sinir sistemi ancak kurtlardan başlayarak bulunur ve bay Dühring, bu hayvanların sinirleri olmadığı için duyumları olmadığı tezini ileri sürenlerin birincisidir. Duyum zorunlu bir biçimde sinirlere değil ama henüz belginlikle belirlenmemiş bulunan bazı albüminimsi maddelere bağlıdır. 

Ayrıca bay Dühring'in biyolojik bilgileri, Darwin'e karşı sözkonusu etmekten korkmadığı, soru tarafından yeteri kadar belirtilmiş bulunmaktadır: "Hayvanın evrim yoluyla bitkiden geldiğine mi inanmak gerek?" Bu türlü sorular, ancak ne hayvanlar, ne de bitkiler üzerine hiçbir şey bilmeyen biri tarafından sorulabilir. 

Genel olarak yaşam üzerine, bay Dühring bize ancak şunu söylemesini bilir: 

Plastik olarak yaratıcı bir şematizasyon aracıyla gerçekleşen madde değişimi [tanrı aşkına, bu ne demek ola?] her zaman asıl dirimsel sürecin ayırdedici bir niteliği kalır. 

Yaşam üzerine öğrendiklerimizin hepsi bu ve bu "plastik olarak yaratıcı şematizasyon", bizi dizlerimize değin en saf dühringasa jargonun ipsiz sapsız saçma sözlerine batırıyor. Yani eğer yaşamın ne olduğunu öğrenmek istiyorsak, kendi kendimize aramamız gerekecek. 

Maddelerin organik değişiminin yaşamın en genel ve en ayırdedici olayı olduğu, fizyolojik kimya ve kimyasal fizyoloji uzmanları tarafından otuz yıldan beri sayısız kez söylenmiştir ve bay Dühring burada, onu o kendine özgü zarif ve duru dile çevirmekten başka bir şey yapmaz., Ama yaşamı maddelerin organik değişimi olarak tanımlamak, yaşamı... yaşam olarak tanımlamak demektir; çünkü maddelerin organik değişimi ya da maddelerin plastik olarak yaratıcı bir şematizasyonu ile birlikte değişimi deyimi, aslında yaşam aracıyla, organik ve inorganik arasındaki, yani canlı ve cansız arasındaki ayrım aracıyla açıklanması gereken bir deyimden başka bir şey değildir. Yani bu açıklama bizi, bir adım bile ilerletmez. 

Maddelerin değişimi, maddelerin değişimi olarak, yaşamın dışında da meydana gelir. Kimyada, yeterli bir ilkel madde katkısı aracıyla ve dayanak olarak belirli bir cisme dayanarak, kendi öz koşullarını her zaman yeniden üreten bir dizi süreç vardır. Kükürdün yakılması ile sülfirik asit üretiminde olduğu gibi. O zaman kükürt dioksit SO2 meydana gelir ve eğer su buharı ile nitrik asit verilirse, kükürt dioksit hidrojen ve oksijeni alır ve sülfirik asit H2S04 durumuna dönüşür. Nitrik asit oksijeni bırakır ve azot oksit durumuna gelir; bu azot oksit hemen havadan yeni oksijen alır ve yüksek azot oksitleri durumuna dönüşür ama yalnızca bu oksijeni hemen kükürt diokside geri vermek ve aynı sürece yeniden başlamak üzere, öyleki teorik olarak son derece küçük bir nitrik asit miktarı, sınırsız bir miktarda kükürt dioksit, oksijen ve suyu sülfirik asit durumuna dönüştürmeye yeter. — Ayrıca, maddelerin değişimi, sıvılar ölü organik ve hatta yapay Traube hücrelerindeki gibi inorganik zarlardan geçtiği zaman da meydana gelir. Burada maddelerin değişiminin bizi bir adım bile ileriye götüremeyeceği bir kez daha ortaya çıkar; çünkü yaşamı açıklaması gereken özgün maddeler değişiminin kendisinin yaşam tarafından açıklanması gerekir. Öyleyse başka türlü davranmamız gerek. 

Yaşam albüniminsi cisimlerin varoluş biçimidir[35*] ve bu varoluş biçimi de özsel olarak bu maddelerin kimyasal bileştirenlerinin, kendi kendilerine sürekli yenilenmesine dayanır. 

Burada albüminimsi cisimler, bayağı albümine benzer biçimde bileşmiş ve proteik maddeler de denilen bütün cisimleri bu ad altında toplayan modern kimya anlamında alınıyor. Ad pek uygun değil; çünkü bayağı albümin, yumurta sarısının yanında, yalnızca çelişen tohum için besleyici madde olduğundan, kendisine akraba bütün maddeler içinde en cansız, en edilgin rolü oynar. Bununla birlikte albüminimsi cisimlerin kimyasal bileşimi üzerine daha çok şey bilinmediği sürece, bu ad henüz en iyi addır, çünkü bütün öbürlerinden daha genel bir nitelik taşır. 

Yaşama rasladığımız her yerde, onu albüminimsi bir cisme bağlı buluruz ve ayrışma durumunda olmayan albüminimsi bir cisme rasladığımız her yerde, mutlak olarak dirimsel olaylar görürüz. Bu dirimsel olayların özel farklılaşmalarını meydana getirmek için canlı bir cisimde öteki kimyasal bağdaşımların varlığının zorunlu olduğundan kuşku yok; düpedüz yaşam içinse, işe besi olarak karışmaları ve albümin durumuna dönüşmeleri dışında, bu bağdaşımlar zorunlu değildir. Bildiğimiz en aşağı canlı varlıklar, yalın albümin pıhtılarından başka bir şey değildir ve onlar da başlıca yaşam belirtilerinin hepsini gösterirler. 

Ama her yerde, bütün canlı varlıklarda raslanan bu dirimsel olaylar neye dayanır? Her şeyden önce, albüminimsi cismin öteki gerekli cisimleri çevresinden çekip almasına, cismin daha eski kısımları ayrışıp yok olurken, bunları özümlemesine. Canlı olmayan öbür cisimler de işlerin doğal akışı içinde dönüşür, ayrışır ya da bağdaşırlar; ama o zaman da ne idi iseler o kalmaktan çıkarlar. Havanın etkisi altında toz durumuna gelen kaya, artık kaya değildir; okside olan maden, pas durumuna dönüşür. Ama cansız cisimlerde yok olma nedeni olan şey, albümin için temel yaşam koşuludur. Albüminimsi cisim içindeki bileştirici öğelerin bu aralıksız başkalaşmasının, besinlerin bu sürekli özümlenme ve cisimden (bedenden) çıkarılma değişiminin kesildiği an, albüminimsi cismin varolmaktan çıktığı, ayrıştığı, yani öldüğü andır. Öyleyse albüminimsi cismin varoluş biçimi olan yaşam, her şeyden önce her an aynı zamanda hem kendisi, hem de bir başkası olmaya dayanır; ve cansız cisimler için de olabileceği gibi, onu dıştan etkileyen bir süreç nedeniyle değil. Tersine yaşam, yani maddelerin besinlerin özümlenmesi ve bedenden çıkarılması ile gerçekleşen değişimi, kendi kendine olan, dayanağının, albüminin içinde doğuştan bulunan ve o olmaksızın albüminin de varolamayacağı bir süreçtir. Bundan, eğer kimya bir gün yapay olarak albümin üretmeyi başarırsa, bu albüminin, ne denli güçsüz olursa olsun, zorunlu olarak dirimsel belirtiler göstereceği sonucu çıkar. Aslında kimyanın aynı zamanda bir albümine elverişli besini bulup bulamayacağı da sorulabilir. 

Yaşamın en yalın bütün öbür etkenleri: Albümin ile onun beslenmesi arasındaki karşılıklı etki içine yerleştirilmiş uyarılganlık; besinin soğurulmasında çok aşağı bir derecede kendini gösteren kasılabilirlik; en aşağı düzeyde bölünme yoluyla çokalmayı içeren büyüme yetisi; o olmaksızın besinlerin ne soğurulması ne de özümlenmesinin olanaklı olduğu iç hareket, — işte albüminin özsel görevi olarak besinin özümlenmesi ve dışarı atılması yoluyla gerçekleşen cisimlerin bu değişimi ve albümine özgü yoğurulabilirlikten çıkarlar. 

Bizim yaşam tanımımız, bütün dirimsel olayları içine almaktan çok uzak, tersine, kendini bu olayların en genel ve en yalınları ile sınırlandırmak zorunda olması nedeniyle, ister istemez çok yetersizdir. Bütün tanımlar, bilimsel bakımdan az bir değer taşırlar. Yaşamın ne olduğunu gerçekten eksiksiz bir biçimde bilmek için, en aşağısından en yükseğine, onun kendini gösterdiği bütün biçimleri gözden geçirmemiz gerekirdi. Gene de, günlük kullanım için bu türlü tanımlar çok elverişli ve bazen de vazgeçilmesi çok güçtür; kaçınılmaz eksiklikleri unutulmadıkça, zararlı da olmazlar. 

Ama gene bay Dühring'e gelelim. O, yeryüzü biyolojisi alanında kendini pek rahat görmeyince, nasıl avunacağını bilir: Kendi yıldızlı gökyüzüne sığınır. 

Kıvanç ve acı duymak için örgütlenmiş olan yalnızca duyarlıkla bezenmiş bir organın özel yapılışı değil, ama bütünlüğü içindeki nesnel dünyadır. İşte, kıvanç ve acı karşıtlığının, hem de tastamam bizce bilinen biçimi altında, evrensel bir karşıtlık olduğunu ve özsel olarak türdeş duygular aracıyla evrenin çeşitli dünyalarında temsil edilmesi gerektiğini bu nedenle kabul ediyoruz. ... Ama, duygular evreninin anahtarı olduğuna göre, bu uygunluğun önemsiz bir anlamı yok. ... Bundan ötürü, öznel kozmik dünya bize nesnel dünyadan çok daha yabancı değil. İki dünyanın da yapılışını uyarlı bir tipe göre düşünmek gerekir, böylelikle önemi yalnızca yeryüzünü uzaktan aşan bir bilinç teorisinin ilk unsurlarına sahip oluruz.

Duygular evreninin anahtarını cebinde taşıyan biri için, bu dünyanın doğa biliminde birkaç kaba düşünce yanlışlığı, ne yazabilir? Allons donc! [36*]